Bir zamanlar “konsensüs” sözcüğüne rastlamadan yorum takip etmek mümkün değildi. Liberaller, bizlere “konsensüs”ün bağlamdan ve olgudan bağımsız bir biçimde demokrasi için vazgeçilmez olduğunu anlatır dururdu. Diyalog ve siyasi uzlaşma amaçlandığında tüm problemlerin çözüleceğine dair etkileyici bir hikâyeydi bu. O ‘diyalog’ hangi aktörler arasında olmalı, ‘uzlaşma’nın asgari şartları nelerdir, milliyetçiliğin ve kapitalizmin gölgesinde varılan bu konsensüs kimleri peşinen ezer gibi soruların mihrapta yeri yoktu.

“Konsensüs” fetişisti yorumlar AKP’nin ilk on yılında çeşitli makyajlarla iç ve dış kamuoyuna sunuluverdi. Ortada demokratik uzlaşma falan yoktu fakat onu vaat ederek dengeleri değiştiren, “vesayeti kıran” bir iktidar mevcuttu. AKP’nin otoriterleşmesi ve Saray-AKP bloku’nun parti-devlet rüyaları devreye girince, ‘uzlaşmacı’ cenah ürkek de olsa iktidarı eleştirmeye başladı. Gezi Direnişleri akabinde otoriterleşmenin geldiği nokta liberaller için bile tahammüllerin ötesine geçince ‘kutuplaşma’ uyarıları geliverdi. ‘Demokrasi tehdidi olarak kutuplaşma’ aynı “konsensüs” tapınması öyküsünün parçasıydı. Sermaye ile emek, yurttaşlık-kimlik, laiklik-gerici tahakküm gerilimlerini zikretmenden kutuplaşma demek iktidarı aklayarak ‘uyarmanın’ bir biçimiydi. Sanki AKP az bir geri adım atsa teslim ettiği neoliberal İslamcı proje masumlaşacaktı!

7 Haziran öncesi ‘kutuplaşma’ zirvedeyken gemiyi terk etmeye başlayan konsensüscü zevat seçim sonuçlarına bakarak erken bir “milli mutabakat hükümeti” talep etmeye başladı. Sermayenin farklı renkleri kervana katıldı ve AKP’yi içine alan bir koalisyon için zemin yokladı. Fakat Saray’ın “mutabakat” yerine sopayla tekrar seçimi dayatacak gücü karşısında konsescüler geri adım atıverdi. 1 Kasım sonrası halka methiyeler düzenleyen öfkelenenleri birleştiren nokta “istikrar”dı.

Darbe girişimi, “konsensüs” arama ihtiyacı duymayan Saray-AKP bloku’nun taktiğini mecburen değiştirdi. 7 Haziran’da “gereksiz” bulunan “milli mutabakat” da 15 Temmuz sonrası bir “demokrasi zaferi” olarak sunuluverdi. Şimdilerde iktidara, muhalefete her şey “mutabakatı” hatırlatıyor.

Ülkenin korkunç bir darbeyle karşılaştığı günler sonrasında darbeye bulaşanlarla mücadeleye destek vermenin yanlış bir tarafı yok ancak “milli mutabakat” adı altında iktidarın siyasi projelerine alet olmak, onun dilini konuşmak, onun görme dediğini görmemek demokrasi değil daha fazla otoriterlik getirir beraberinde. Sadece barış istedi diye işine son verilen akademisyeni, yazarı görmemek; Tahir Elçi cinayetinden yolsuzluk dosyalarına her suçu “geçmişte bırakmak”; eleştiri yazısından cumhurbaşkanına hakaret çıkaranlara tepki vermemek tam da bunun habercisidir.

“Yeni bir milliyetçi cephe”yi andıran bu gidişatı perçinleyen olaylar yaşanmaya devam ediyor. PKK bombalamaları, Cerablus operasyonu ve Kılıçdaroğlu’nun konvoyu geçerken yaşanan saldırı. Mutabakatın her unsuru bu gelişmelerden kendine düşeni aldı. Hem PKK saldırılarının yeni biçimi hem de Suriye savaşının memleket topraklarına taşınması Ortadoğulaşma tehlikesinin geldiği boyutları gözler önüne sürüyor. “Milli mutabakat” savaşın bu noktaya gelmesinin bir numaralı aktörlerinden olan AKP ile kurulunca, gidişata dur demek de güçleşiyor.

MHP ve CHP’nin tam destek verdiğini söylediği Cerablus operasyonu Türkiye’nin ne pahasına olursa olsun Ortadoğu savaşının aktif bir parçası olmaktan kurtulamadığının kanıtı. IŞİD’e operasyon gerekçesiyle ÖSO ile sınırın ötesine geçmenin stratejik öneminden çok, iktidara sanal bir psikolojik üstünlük hissi veren bir boyutu var. Darbe tehdidiyle karşılaşmış ve akabinde Batı’dan istediği desteği görememiş iktidarın Suriye’de at koşturan büyük güçlerle “şartları belli” bir operasyon için anlaşması darbe girişimi sonrasında ortaya çıkan devlet içindeki hasarın ‘zafiyet’ oluşturmadığını iddia etmesinin bir yolu.

15 Temmuz akşamı oluşan asker-karşıtı hava Cerablus operasyonu ile yerini çoktan “şanlı ordu” nidalarına bırakıverdi. Çünkü AKP’nin cemaatçilerden temizlenmiş bir orduyu hem lojistik hem de psikolojik olarak destekleme mecburiyeti var. Cerablus operasyonu zaten içinden çıkılmaz hale gelmiş Kürt sorununu daha korkunç bir hale getirir mi sorusunun cevabı ise ‘operasyon’ izninin şartlarına bağlı. Şimdilik Suriye’de Kürt kantonlarının birleşmesini önlemenin iktidar için yeterli bir kazanım olarak görüldüğünü düşünebiliriz. Eğer siyasi pragmatizm adına bunun ötesine geçilmesi denenirse “milli mutabakat” dahi bu bataklıktan Türkiye’yi kurtaramaz!