Darbeye giden süreci ve sonrasında yaşananları konuştuğumuz söyleşinin ikinci gününde Müftüoğlu, solun darbe öncesi yaptığı hataları ve cuntaya karşı verdiği mücadeyi değerlendirdi. Müftüoğlu, hataları ve eksikleri konuşmanın yanlış bir tarafı olmadığını söylerken “Yenilginin geçmişte verilen büyük mücadelenin, yaratılan büyük değerlerin üstünü örtmesine de izin verilmemeli” diyor.

Yenilgi ortak yarattığımız değerleri unutturmasın

12 Eylül faşist darbesinin üzerinden tam 40 yıl geçti. 1980’de iktidarı ele alan cuntanın başı Kenan Evren ve arkasındaki güçler bir yandan yükselen emekçi halk muhalefetini bastırırken diğer yandan da ülkeyi hem ekonomik hem de siyasi açıdan emperyalizme daha da bağımlı hale getirdi. Bu nedenle AKP iktidarının varlığında somutlaşan darbe bugün bile her şeyi ile aktüel bir konu olmaya devam ediyor.

Darbe hiç kuşkusuz sol ve devrimci güçleri hedef aldı. Doğaldır ki darbeyi en çok sol tartıştı, tartışmaya devam ediyor. 12 Eylül cuntasının 40. yılında o dönem yaşananları “Darbenin muhatabı bizdik” diyerek süreci özetleyen Devrim Yol Hareketi’nin önderlerinden ve BirGün Yazarı Oğuzhan Müftüoğlu’yla konuştuk.

Müftüoğlu bugünkü söyleşimizde şunlara cevap verdi:

♦ Sol, darbe öncesi nerelerde hata yaptı?

♦ Örgütlü yapılar darbeyi engelleyebilir miydi?

♦ Darbeye karşı yeterli mücadele verildi mi?

Sol, 12 Eylül öncesi nerelerde hata yaptı? O hata yapılmasa darbe önlenebilir miydi? Örgütlü yapılar ne yapsalardı 12 Eylül darbesini engelleyebilirdi ya da sonrasında cuntayı yenebilirdi?

Darbeyi sadece solun hatalarına bağlayarak tartışmak ne kadar doğu bilemiyorum. Böyle bir anlayışla geçmişe adeta ‘hata arama detektörü’ gibi bir anlayışla yaklaşmanın bizi doğru bir sonuca götürmeyeceğini düşünüyorum. Hatalarımız elbette var ve bunları konuşmaktan söylemekten kaçınmayız, ama bunun geçmişte verilen büyük mücadelelerin, yaratılan büyük değerlerin önüne geçmesine de izin verilmemeli.

Devrimciler 12 Eylül öncesinde faşist saldırılara karşı büyük bir mücadele verdiler. 12 Mart döneminin yenilgi sonrası dağınıklığı ve moral bozuklukları, ideolojik kafa karışıklıkları içindeyken, aradaki dönemde hiç bir müdahaleye uğramadan beslenmiş olan her türlü dinci faşist güçlerin ülkenin her tarafında saldırıya geçmeleri karşısında kahramanca bir direniş mücadelesi yürütüldü. Bu mücadele sayesinde ülkenin tarihinde görülmemiş şekilde bir devrimci yükseliş dalgası yaşandı.

12 Eylül diğer bütün gerekçelerle birlikte (sayesinde Ecevit’in bile iktidar şansı bulduğu) bu devrimci yükseliş dalgasını da kırarak ülkenin geleceğinin İslamcı militarist gerici bir rotaya döndürmek için yapıldı.

Bu günden bakıldığında içine Amerika (CIA) kaçmış devletin emperyalist güçlerin bölge siyasetlerini de hedefleyen böyle bir darbeyi gerçekleştirmesine o günkü sol örgüt ve yapıların engel olmasının mümkün olmadığını düşünüyorum. Genel olarak neredeyse birbirine karşı mücadele etme durumuna gelmiş/getirilmiş olan bütün solun böyle bir darbeyi önleyebilecek bir yapılanışı, bütünlüğü ve yetkinliği yoktu. Bir kısmında darbeyi önlemek bir yana ona karşı mücadele etmek gibi bir eğilim de yoktu. Zaten yukarıda değindiğim gibi bazı sendikacılar, İşçi Partisi yöneticileri teslim olma yolunu seçmişti. Ana muhalefet partisiyle iktidar partisi liderleri de cuntanın çağrısıyla bavullarını toplayıp Zincirbozan’ın yolunu tutmuştu. Örgütlü yapıların bir kısım yöneticileri de yurt dışına çıkma yolunu tutarken, PKK de çoktan Suriye’ye konuşlanma yolunu seçmişti.

Bütün bu durumlar 12 Eylül öncesindeki çabalarımızın, Devrimci Yol’daki, Demokrat gazetesindeki yayınlarımızın darbeye karşı mücadele hazırlığı bağlamında pek de yeterli olmadığını da gösterir. 12 Eylül gibi bir askeri darbe ancak muhalefet güçlerinin ve toplumun genişçe bir kesiminde ciddi bir direnme ruhu sağlanarak engellenebilir. Elbette bunun sağlanamamış olması da devrimcilerin sorumluluğuna ait olacaktır.

Darbeciler ise bize göre sahip oldukları devlet olanaklarıyla uluslararası desteklerini de kullanarak çok daha iyi hazırlanmıştı. Dört kuvvet komutanının yanına Alevi kökenli (Dersimli) olduğu söylenen Haydar Saltık da dahil edilerek, geçilen dönemde çok büyük faşist saldırılara maruz kalmış bir toplum kesiminin tepkilerinin de önü kesilmek istenmişti.

Kenan Evren darbenin hemen ertesinden başlayarak konuşmalarında dinsel temalara ağırlık vermeye başladı. İmam hatipler yaygınlaştırılmaya başlanması, okullarda din derslerinin mecbur tutulması da o dönemde gerçekleştirildi. Bütün bunlar Darbeyi planlayanların Cumhuriyetin laiklik temellerinden kopartılarak islamcı bir rejime yöneltme perspektifine de sahip olduklarını gösterir.

Cunta başlangıçta saldırılarını ağırlıkla Devrimci Yola yöneltti. ( D.Sol yöneticileri darbenin hemen ertesinde tutuklanmıştı.) Bitmeyen Yolculuk isimli söyleşide anlatmıştım: Yakalandıktan sonra işkence hücresindeyken polislerden biri TKP tarafından Kızılay’da dağıtılan bir bildiri haberinin yer aldığı bir gazete küpürü getirip önüme atmıştı. Hatırladığım kadarıyla Günaydın gazetesinde ‘bir devin çöküşü’ gibi bir başlıkla yayınlanan bir haberdi (Sonradan o çevreden bazı arkadaşlar kendilerinin böyle bir bildiri dağıtmadıklarını söylediler). Daha sonra onlar da gözaltına alınıp Mamak’ta yanımıza getirildiler…

Cuntaya karşı cezaevi ve dışarda daha örgütlü bir mücadele verilseydi bu gün süreç başka türlü yaşanabilir miydi?

Asılında ben o dönemde, yani bizim cezaevinde olduğumuz dönemde içerde ve dışarda olabildiğince örgütlü bir mücadele verilmeye çalışıldığını düşünüyorum. Dışarda kalan arkadaşlar da her şeye rağmen değişik bölgelerde güçleri yettiği kadarıyla mücadeleyi kararlılıkla sürdürmeye çalıştılar. Birçok arkadaşımız bu mücadelede hayatını kaybetti. Ancak dün de söylediğim gibi merkezi yapısını kaybetmiş olmanın önemli bir dezavantaj oluşturduğunu da unutmamak gerekir. Bizim gibi onlar da hatalar yaptılar. Bunun da yurt dışındaki örgütlenmelerde çok olumsuz sonuçları oldu.

Cezaevleri konusunda aynı şekilde düşünüyorum. Mamak dahil ülkenin değişik bölgelerindeki cezaevindeki arkadaşlarımız da o zor koşullar altında teslim olmadan onurlarıyla mücadele ederek yaşadılar.

Ankara’da görülen ana davada yapılan savunma zaman zaman örgüt savunması olmadığı için eleştiri konusu olabiliyor. Bu savunma çizgisini ilk sıralardaki arkadaşlarla birlikte konuşarak belirlemiştik. Bütün Türkiye çapında on binden fazla arkadaşımızın yargılandığı davalar vardı. Mahkemelerde nasıl bir savunma yapacağımız sadece bizi değil binlerce kişiyi ilgilendiriyordu. Sonuçta birlikte yargılandığımız herkesin savunabileceği geniş bir çerçeve belirledik. Şimdilerde sanırım yedinci baskısı yapılan bu Devrimci Yol Savunması ortak savunma olarak imzalandı.

Bu konularda farklı düşünce ve eleştiriler elbette olabilir, ancak bu günkü durum üzerinde önemli bir farklılık oluşturmaması gerektiğini düşünüyorum.

12 Eylül süreci soldaki liberal sapmada ve İslamcıların mevzi kazanmasında nasıl bir rol oynadı? Solun 12 Eylül sonrasında ideolojik yenilenme arayışlarına siyaseti sivil toplumculuğa indirgeyen bakışın buna etkisi ve bugüne etkisi nasıl olmuştur?

Bu belki biraz daha üzerinde uzunca durulması gereken bir konu. Darbe sonrasında geçmiş devrimci mücadelenin izlerini silmek ve yeni kuşaklarla bağının koparmak için çok yönlü bir ideolojik saldırı yürütüldü. Dünya çapında sosyalist sistemin yıkımının yarattığı boşlukta neoliberal, post modern fikirler ortalığı kapladı. Sağın ideolojik hegemonyası bu şekilde ‘yeni’ liberal fikirlere yaslanarak gelişti. Bu konudaki mücadelenin önemine yapılan bütün vurgulara karşın yeterince yürütüldüğünü söylemek de maalesef mümkün değil.