Düşüncenin dolaysız göstereni olan dil, düşünme etkinliğinin de belirleyicisi. Dilin kadar düşünebilirsin, söyleyebildiğin kadarsın... Bu yüzden ağzından çıkan tek bir sözcük bile, senin ne olduğunu ve ne kadar olabileceğini tanımlayabilir.

Memleket ölüm coğrafyasına dönmüş, acılar birbirine karışmış, öfke ve korku birbirini besler, savaş naraları ağıtlara karışırken çok yukarılardan tepelerden bakan o meşum ifade, o oyun kurucunun soğukkanlı mesafesi, olup bitene çok hâkim, her şeyi kontrol ettiğinden emin, özgüvenli çokbilmişlik...

Hani bir türlü dinletemediği gerçeklerin tokat gibi insanların yüzüne çarpmasından sonra, ben size demiştim demeye bile gerek görmeyen bilge halleri. Uyarıları dikkate alınmayan kahramanın felaket gerçekleşince ne haliniz varsa görün demek varken duruma el koyması ve insanlığı kurtarmayı lütfetmesi.

Ah, şu söz dinlemeyen zavallı, küçük insancıklar! Neyse hesap sormanın zamanı değil, o kadar ulu ve o kadar bu dünyanın üzerinde ki, sitem dahi etmeyecek. O bizi kurtarmaya yazgılı...

Bir sahne canlanıyor zihinlerimizde. Yerin bilmemkaç metre altında nükleer, biyolojik, kimyasal envai çeşit saldırılara karşı korunaklı bir mekân. Duvarlar boydan boya ekranlarla kaplı. Dünyanın dört bir yanından görüntüler akıyor. Ortada bir masanın etrafında yüzlerinden ciddiyet akan kimi sivil, kimi üniformalı insanlar. Onların önlerinde de monitörler var. Kimi ceketini çıkarmış, gömleğinin kollarını sıvamış. Kimi önündeki dosyayı sıkı sıkıya kavramış, kimi bilgisayarına bir şeyler yazıyor. Bazılarının alınlarında biriken ter damlalarına odaklanıyor kamera. Bir tek sigara dumanı eksik, evet biliyoruz son derece karşı. Sigara dumanının sağlayacağı gizem LED ışıklarla çözümlenmiş. Masanın etrafındakiler kendi aralarında fısıldaşıyorlar, arada bazı sesler daha duyulur, anlaşılır düzeye çıkıyor. Evet, evet kaynak çok emin, bütün güzergâh belli olmuş vs vs.. Birden, herhangi bir hareket yapmamış, konuşmaya başlamamış, en azından öksürmemiş de olsa sanki anlamışlar gibi herkes bakışlarını masanın başındakine çeviriyor. O, önce kendine yönelmiş bakışların her biriyle belli belirsiz göz göze geliyor. Anlık ama onların gözbebeklerinden girip, zihinlerindeki tüm soru işaretlerini, kaygıları, korkuları çekip almasına yetiyor. Ardından tam karşısına hafif yukarıya, masadakilerin başlarının biraz üzerinden bir sonsuzluğa doğru odaklanıyor gözbebekleri. Ağzından tek bir sözcük dökülüyor; yepici... Tabii ya, hay Allah! Tabii ki yepici, evet başkası olamaz, zaten uyarmıştı bizi, bak biz nasıl da göremedik, oysa tüm emarelerini göstermişti, bir türlü aklımıza yatmamıştı, yok canım demiştik, onlar öyle değiller diye düşünmüştük, ama tabii ya, bak böyle düşününce yapbozun tüm parçaları birleşiveriyor. Hay Allah, keşke baştan dinleseydik, ama bir biz değil ki kimse dinlemedi, hepimizin aptallığı! Ama neyse şimdi her şey aydınlandı, bir kez daha o haklı çıktı, artık sözünden dışarı hiç çıkmamalıyız, ne derse çıkıyor, ne yapsa başarılı oluyor, sadece biz değil bütün dünya bu gücün ardında hizaya geçmeli. İnsanlığın kurtuluşu mümkün...

Varoluşunu muhayyel bir batının kendisinden çaldığı zenginliklerle kendisine zulmettiği fikrine dayandıran, ama hiç bir zaman hakikatte o batının yetiştirmesinden öte bir değere sahip olmadığını idrak edememiş, onun devşirmesi olduğundan bile bihaber, ancak ona öykünerek o gibi olabileceğini zannetmiş olmaktan öte hiç bir özgünlüğü olmayan bizatihi içeriksiz bir taklit.

Öküze özenen kurbağa fablı aklımıza geliyor ama maalesef acı acı da olsa gülemiyoruz. Çünkü bedenlerimiz kan içinde, ruhlarımız paramparça.