Ne kadar çok şey oluyor, sanki hiçbir şey olmuyormuş gibi. Kiminle konuşsam şaşkın, ürkmüş, endişeli, öfkeli… Peki ne yapmalıyız diye soran sorana. Yapılan edilen şeylerin yetersiz olduğunu düşünseler de, ne yapılması gerektiği konusunda kafalar karışık. Bir yandan darbe girişimi, katliamlar ve ne yapacağını kestiremedikleri bir iktidarın umursamazlığı da onları ürkütmüş, ürkütüyor. Eylemsizlik hâli, yalnızlıkla birlikte kuşkuları da büyütüyor, herkes her şeyden kuşkulanmaya, ortalıkta dolaşan envai çeşit komplo teorilerine kulak kabartmaya başlıyor.

Komplo teorileri, siyasetin en büyük düşmanıymış gibi geliyor bana, insanları edilginleştirip, gerçekte oynanan büyük oyunların piyonlarıymış gibi düşünmelerine neden olduğu için. Nerede komplo teorisinden bahseden birini görsem, öyle bir yazıyla ya da kitapla karşılaşsam, ışık hızıyla uzaklaşıyorum.

Gerçekliği anlamak için zaten zengin bir teorik birikimimiz var, ama bu teoriler, komplo teorileri kadar heyecanlı, kolay sonuca varılan ve eylemsizliği meşrulaştıran ya da akılcılaştıran özelliklere sahip olmadığı için çoğunluk tarafından rağbet görmüyor. Şunu bunu yapmadan evvel, herkesin önce olup biteni anlaması gerek. Tarihe bakıp faşist iktidarların nasıl yükseldiği ve hangi araçları kullandıkları irdelenmeden, yaşananları anlamak mümkün değil. İktidarın bir sonraki hamlesinin ne olacağı, bu tarih bilinciyle anlaşılabilir, yoksa “bu kadar da olmaz” şaşkınlığı sürer gider.

Öncelikle kendimize karşı dürüst olmamız gerek. Cumhuriyet gazetesine yönelik bu operasyon, gazetenin satışını ne kadar arttırdı? Tiraja bakınca, 1.300 artmış. Bu operasyona tepki duyanların tamamı, sabah kalktıklarında gazete alsalardı, durum çok başka olacaktı. Gazeteyi çıkaranlar da bunu teşvik etmek için gazeteyi bir milyon basarak kampanya düzenleyebilirler. Ne yapmalıyız diye soranlar, eğer gerçekten samimilerse, önce gazete almak gibi küçük şeylerden başlayabilirler arayışlarına. İnsanlar, kendilerine daha kolay yutulur yalanlar söylemek için çırpınan haber kanallarının başından ayrılmadıkları sürece, bir şeylerin değişmeyeceği muhakkak. Ya da bu kadar çok gazete kapatılmışken diğer muhalif gazetelerin satışının aynı kalmasına ne demeli? Başımıza bunların gelmesinin nedeni, biraz da bu ilgisizlik, boşvermişlik, günü kurtarma kaygısı değil mi? Gündelik hayat aksamadığı sürece, ki bu konuda internet kesintileri hariç çok dikkatliler, çoğunluğun siyasetle ilişkisi kişisel kaygı boyutundan öteye gitmeyecek.

Kimsenin kimse üzerinde tahakküm kurmadığı, doğayla uyumlu, eşit ve özgür bir toplumsal yaşamı arzuluyorsak, geçmişten gelen, ezberletilmiş siyasi kimliklerimizin, bugün yaşanan sorunların temel nedeni olduğunu da anlamamız gerek. Ortak akıl, Arendt’e göre “dünya sevgisi”yle, yani dünyayı kendimizden daha çok sevmemizle ortaya çıkacak bir şey. Kötülüğe direnmek, dünya için kaygınızın kendiniz için duyduğunuz kaygıdan daha fazla olmasıyla mümkün. Bu ülkeyi ve dünyayı gerçekten sevip sevmediğimizi sorarak başlayabiliriz, “Ne yapmalıyız?” sorusunun cevabını düşünürken.

Yıllar evvel bir yazımda, Leylâ Erbil ile bir halüsinasyonun içinde konuştuğum zamanki sözlerini hatırlıyorum. Bana şöyle demişti: “Bazı insanlar, tek elle asılı kalır, canbazca ilerlerken telin üstünde. Bütün mesele o teli bırakmak ya da bırakmamak. O telde asılı kalan insan sayısı o kadar arttı ki, eskimiş bu tel, bu akıl, bizi taşıyamaz artık. Başka bir akıl gerek hepimize, üzerinde canbazca yürüyebileceğimiz, Gorgo’nun dişlerini geçirip koparamayacağı yepisyeni bir tel.”

O yepisyeni tel, unuttuğumuz ortak akıl, dünya sevgisi ve özgürlüğün sürekli olarak hatırlatılmasıyla, o özgürlüğün ve sevginin kendi bireysel yaratıcılığımızla beslenerek toplumsallaştığını, devlet aklından uzaklaştıkça gerçeklik kazandığını fark etmemizle oluşacak. Koşulsuz ve kuşkusuz ele ele verdiğimiz zaman, hayata ve kendimize inanarak…