1 Mayıs Marşı’nda en sevdiğim bölümdür; yepyeni bir hayat gelir, bizde ve her yerde… Al işte Yeni Türkiye diye atlamayın hemen, bu güzel yarınlara dair, başka bir dünya mümkün diyenlere ait. Hah! Eski ve Yeni Türkiye dışında, üçüncü bir yol sunuyorsanız, amenna

Yepyeni bir hayat gelir…

ALPER TURGUT

Hangi 1 Mayıs idi hatırlamıyorum, aynasızların klasik ritüeli gerçekleşmiş, gözaltına alınmışız, işte ite kaka belediye otobüsüne doldurdular hepimizi, daha durun gazeteciyim bile diyemeden… Soruyor amir tek tek, işçi misin, delikanlı yanıtlıyor, öğrenim emekçisiyim, polis, ne işin var lan işçi eyleminde diyor ve bizim ateş gözlü genç tokadı yiyor. Yumruklar sımsıkı, sloganlar peş peşe, yine de sırayla tokatlıyor amir, harbi harbi keyfi yerinde, had bildiriyor kendince, pis bir sırıtış da yerleşmiş, tıraşlı yüzüne. İlkokuldan beri kaderim sanki, yine son sıradayım, pardon koltuktayım, bana gelene dek üç işsiz, yirmi küsur da öğrenci çıktı, işçi ve memur yok. Uyanıklar, kendilerince ‘radikal unsur’ları, olağan şüphelileri, potansiyel tipleri toplamışlar. Bana da sordu, işçi misin, basın emekçisiyim dedim. Pis sırıtışı gitti, eli havada kaldı, gözleri büyüdü, ne işin var burada senin dedi. Bak kurnaza bak, ya gözaltı otobüsü vazgeçilmezim, ya da geçiyordum uğradım. Senin emrinle tıkıştık buraya dedim, kontrol ve arama noktasını bile geçmemişken, genç arkadaşlarla birlikte. Kabul etmedi haliyle dayakçı hınzır, sonra emir verdi, beni indirdiler, bakakaldım otobüsün ardından. İstanbul’da, Taksim, Pendik, Şişli, Kadıköy, gezmediğimiz alan kalmadı sanıyordum, Bakırköy de varmış sırada, devletin hizmette sınırı yok, emekçiler tavaf ediyor, resmen kavganın başkentini…

Elbette benim için 1 Mayıs 2007’nin hatırası bambaşka, Beşiktaş’tan, Taksim’e çıkmaya çabalarken, onlarca polis, pert etti beni. Sadece kadın gazeteciler vardı yanımda, koruma kalkanına aldılar beni, beş santimden sıkmışlar biber gazını, gözler iptal, lakin ağzım açık, ediyorum bildiğim tüm küfürleri, sırayla gelin ulan diye haykırıyorum, arkadaşlar ağzımı kapatmaya uğraşıyor. Görebilsem dövüşeceğim de, deli gibi yakıyor meret, gözümü açmaya çabaladıkça, şimşekler çakıyor. Nereden estiyse kör karateci filmleri geliyor aklıma, sese göre hareket edebilsem, resmen zevk için, şimdi başkalarının canını yakmaya gidenleri engelleyebilsem. Film gibi değil işte hayat, gerçek acımasız, gerçek zalim. Oysa devletin verdiği sarı basın kartını da göstermiştim, gazeteci olduğumu da biliyorlardı, ancak tek, üç, beş fark etmiyor, bırakın toplanmaya izin vermeyi, durmayı, yürümeyi, saklanmayı, orada olmayı da engellemeye çabalıyorlar çılgınlar gibi… Nasıl bir emir aldılarsa artık, polis olmayan herkesi, itinayla dövüyorlar, genç, yaşlı, kadın, erkek, gelişi güzel darp ediliyor, üstelik gözaltı yok, araç da, amaç da tam tekmil yasadışı…
Seke seke de olsa Taksim’e çıkıyorum, sonrasında ver elini hastane, hakkımı aramaya kararlıyım. Rapor alıyorum, dava açıyorum. Birçok insan, bazıları da meslektaş, bundan bir şey çıkmaz, boş ver gitsin diyor. İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı Memur Suçları Soruşturma Bürosu, onları destekler gibi, takipsizlik kararı veriyor. Avukatım Tora Pekin ile kararlıyız, bu kez İçişleri Bakanlığı’na dava açıyoruz. Ve mahkeme, emsal bir karar veriyor, polis, suç işlemiştir diyor ve bakanlığa bin lira manevi tazminat ödetiyor. Sonra dönemin valisi Muammer Güler’e, gazetecilerin yediği dayağın sorumlusu sensin, emri de sen verdin diyorum, neyse işte önümüze yatmıyor, en nihayetinde.

Şimdi düşünüyorum, Sergey Ayzenştayn ustanın çektiği, ilk işçi filmi diyebileceğimiz Grev (Stachka -1925), Charlie Chaplin abimizin yönettiği Modern Zamanlar (1936), Emil Zola’nın güzelim romanından pek çok kez uyarlanmış Germinal ve ardından dünyanın her köşesinden çekilen işçi filmleri varken, emekçilerin birlik, dayanışma ve mücadele gününü bile kıyımlara uğratmış memleketimizde durum nedir? İşte aklıma sansüre uğramış, gösterimi engellenmiş “Karanlıkta Uyananlar” (Ertem Göreç - 1964) geliyor, birkaç da emek/emekçi sineması adına deneme, o kadar. Bu coğrafyanın, darbeden sonra mutsuzluğa, umutsuzluğa kapılmış bireylerinin bıktırıcı öykülerinden yola çıkan yapımları var tonla, lakin bir 1 Mayıs filmi yok arkadaş, güldürmeyen şaka gibi harbiden. Peki, niye? Çünkü teslimiyet işleniyor, mücadele azmi törpüleniyor, kapitalizmin tek gelin çağrısına kulak kabartılıyor, oysa sakallı abilerimiz, “Bütün ülkelerin işçileri, birleşin!” demişlerdi, ta fi tarihinde… Öyle ya, birleşmek fikri dahi korkutuyor iktidarları, kolektif bilinç, paylaşma, üretimden gelen güç, aman ha, sonra ahali isyan filan eder, maazallah!
Hem 1 Mayıs Marşı’nda geçer ya; “Vermeyin insana izin kanması ve susması için, hakkını alması için kitleyi bilinçlendirin, bizlerin ellerindedir gelen ışıklı günler” diye. Susmak alınyazısı, kanmak mukadderat haliyle, zaten laiklik tartışması da bunun için değil mi? Biz iyi ki laikiz diyor biri, çok şükür laik değiliz diyor diğeri. Yahu arkadaş, insan laik olabilir mi, devlet misiniz siz? Olabilirler aslında, devlet babaya o denli anlam yüklersen, devletin çocuğuna da dönüşürsün zamanla. İnsanlarımız daha ne olduklarının ve olamadıklarının farkında değiller, şuursuzluk diye bir iksir bulundu belki de, henüz haberimiz yok, o apayrı.
1 Mayıs Marşı’nda en sevdiğim bölümdür; yepyeni bir hayat gelir, bizde ve her yerde… Al işte Yeni Türkiye diye atlamayın hemen, bu güzel yarınlara dair, başka bir dünya mümkün diyenlere ait. Hah! Eski ve Yeni Türkiye dışında, üçüncü bir yol sunuyorsanız, amenna.
Laiklik, dindarlık, ateistlik, diyalektik materyalizm, sekülerizm, emek, emekçi, işçi ve 1 Mayıs’ı nasıl karıştırdın şimdi birbirlerine derseniz şayet, sizleri Silezyalı Dokumacılar’ın türküsüne alalım ve yazıyı bağlayalım. “Yuf o tanrıya, tapındığımız tanrıya, soğuk kış gecelerinde biz, aç çıplak, yalvardık yakardık, umutlandık, bekledik boşuna, koymadı bizi insan yerine, aldattı bizi, alay etti acımızla. Dokuruz ha dokuruz, dokuruz ha dokuruz, dokuruz ha!” diyor türküde, bununla da kalmıyor, emekçiler, krala da, zengine de, anayurda da, veryansın ediyorlar. Almanya’ya kefen dikiyorlar, ilmek ilmek, diş bileyerek, inleyen tezgâhlarda, mekikleri savrula savrula… Biz ise patates fiyatları düştü diye, ürünlerini yola döken Adanalı çiftçileri, cumhurbaşkanına hakaretten gözaltına alıyoruz. Fikre, söze tahammülümüz yok ki, ileriye ve geleceğe gidebilelim, geri vitese takılı kaldık, işte bundan dolayı, mevzumuz hep anarya,