Önce doğudaki kızkardeşlerini yok ediyor Ayasofya’nın. Boğuyor onları sığ sularında. “Neden bunu yapıyor?” diye soruyor kızlar usulca kaybolurken suların altında. Sessizce, artık kanıksadığımız bir hüzünle bakıyorlar bize ayrılırken aramızdan. Nostaljik bir romantizm değildi hatırlamak oysa. Tutunacak bir dal gibiydi tarih.

Yeraltından iki nehir akıyor…

Semiha Durak

Yeraltından iki nehir akıyor birbirine paralel. Hatırlamak Nehri (Mnemosyne) biri, diğeri Unutuş (Lethe). Nehir olduğu kadar bir tanrıça Mnemosyne. Belleğin tanrıçası, hatırlamanın. Tanrıça olduğu kadar da bir anne. Esin perilerinin, her biri bir başka yeteneğin sahibi dokuz güzel kızın, yani Müz’lerin annesi. Mnemosyne iki şeyi öğretiyor, aktarıyor kızlarına: Hayranlık duyabilmeyi ve evrende var olan her şeyi hatırlayabilmeyi.

İnsanın hatırlayıp bir belleğe sahip olması da Müzler’in annelerinden öğrendiği bu yetenek sayesinde oluyor. Esin perilerinin insana verdiği en büyük ilham bu: Varoluşa duyacağı hayranlık ile herşeyi hatırlamak, hiç unutmamak. Gerisi, yani diğer bütün yetenekler sonra geliyor. İlk bakışta farkedilmese de hatırlamak onu ayakta tutan, hayatta kalışını sağlayan yeteneği oluyor insanın. Eğer hafıza var olmasaydı, bir kuşaktan diğerine aktarılan yaşanmışlıklar, birbirinden esinlenerek yaratılan bir tarih, dolayısıyla uygarlıklar da var olmayacaktı.

Geçmişteki anılar, şimdiki deneyimler ve gelecekteki hayaller çevremizi saran eşyalarla, dokularla, mekânlarla, sesler ve kokularla birbirinden ayrılmaz bir biçimde bağlı birbirine. Bu bağlılıkları, bağlantıları bir arada yakalayabildiğimiz, zaman yolculukları yapıp köprüler kurabildiğimiz yerler de ‘hafıza mekanları’ olan müzeler. Anlamını Müz’lerden ve hem bu yetenekli peri kızlarına hem de biz ölümlülere unutmamayı, her daim hatırlamayı öğreten annelerinden alan müzeler, iyi ki de varlar bu hayatta. Eski eşya deposu ya da estetiğin ifşa edildiği salonlar gibi algılanıyor olsa da, gerçekte insanlar tarafından keşfedilen, yaratılan ve gelecekteki hayallere esin kaynağı olsun diye korunan eşyaların, eserlerin, yapıların hikayelerini anlatan mekanlardır müzeler. Aslolan hikâyelerdir çünkü. Bizanslı bir kadının adımlarını bugüne taşıyan işlemeli bir takunyaya, bir Roma avlusunda unutulan taştan oyuncaklara, Hellenistik bir mezara bırakılan gözyaşı şişelerine gizlenen aşklar, sevinçler, acılar; yani insan hikâyeleri…

Etkileri dalga dalga bugüne dek ulaşan bir hikâye… Amerikalı bir yazar ve diplomat olan Royall Tyler’ın 1913 yılında Paris’te gümüş bir Bizans kadehi satın almasıyla başlıyor. Bizans sanatına hayranlık derecesinde tutkuyla bağlı olan Tyler, bu gümüş kadehi önce kendisi gibi zengin diplomat arkadaşlarına gösterir. Büyük heyecan uyandıran kadeh, bilirkişi olması dolayısıyla aslında bir Mısır bilimci olan arkeolog Thomas Whittemore’un ellerinde bulur kendisini. Parmakları arasındaki gümüş kadehle öyle bir bağ kurar ki bu andan sonra Bizans sanatına derin bir sevgi duymaya başlar Whittemore. 1920’de Mısır’da kazı yaparken bile aklında vaktiyle Bizans kilisesi olan ve o yıllarda cami olarak kullanılan Ayasofya vardır. Osmanlı’nın Tanzimat Dönemi’nde Abdülmecit’in restorasyon için görevlendirdiği İtalyan asıllı Fossati kardeşlerin keşfettiği ve çizimlerini yapıp kapattıktan sonra padişahın tuğrasıyla Londra’da yayımladıkları mozaik resimleri büyülemiştir onu. Mısır’dan Boston Müzesi’nin kurucusu olan eski bir arkadaşına yazdığı mektupta şöyle der:

“Ramazan’ın yirmi yedinci gecesinde, binlerce müslüman Ayasofya’daydı yine… Gotik katedraller anıtlardır. İşlevsellikleri yoktur. Burada ise imamın sesinde ve minberin görüş alanı içinde on binlerce insan... Mısır Tapınağı bir ışık demetiyle aydınlatıldı. Işık Parthenon’a gizlice sokulup yanaştı (…) Ayasofya bir ışıkküre ve tüm yapıların evrenidir. Ayasofya: Bilgeliktir. Dünyanın en çok ihtiyaç duyduğu ve kaybettiği şey de budur.”

Thomas Whittemore’un Ayasofya’ya duyduğu hayranlık, evrensel belleğe verdiği değer, vizyon sahibi ve inatçı karakteriyle birleşince insanlığın geleceği için kurduğu bir hayal gerçekleşir. Ayasoyfa’daki Bizans mozaiklerinin açılması ve restorasyonu için görevlendirilmiştir. Kapılar 1932 yılında restorasyon için kapatılır ve böylece en son Fossati kardeşler tarafından görülen mozaikler yeniden gün ışığına kavuşur.

Yüzyıllardır duvarların altında hapsolmuşken ansızın ışığı gören İmparatoriçe Zoe, ilk kez Whittemore ile gözgöze gelir böylece. Hikâyesini de getirir Zoe, geçmişin içinden gelirken beraberinde. İlk bakışta İsa’nın iki yanında duran, başları hafifçe yere eğilmiş kadın ve erkek figürlerinden oluşan klasik bir ikon gibi görünse de, Zoe Mozaiği bundan daha fazlasını anlatır Whittemore’a. Dikkatle incelediğinde Zoe ile birlikte İsa’nın yanında duran imparator figürüne ait yüzün birkaç kez silinip yeniden resmedildiğini fark eder. Sonra anlar bunun nedenini. İlk evliliğini babasının zoruyla yapan Zoe, üç kez evlenmiş ve her evlendiğinde de ikondaki imparatorun yüzü silinip yerine yeni kocasının portresi yerleştirilmiştir. Çünkü yalnızca Zoe ile evlendiğinde imparator olmayı becerebilmiştir bir anda değişen yüzlerden ibaret olan iktidar figürleri. Oysa hayatında yalnızca bir kez aşık olmuştu Zoe.

Zoe’nin yazgısına benziyor Ayasofya’nın bir silinip bir boyanan, bir görünen bir kaybolan hikâyesi. Kollarından tutulup bir oraya bir buraya çekiştirilen ve sözü dinlenmeyen bilge bir kadın gibi Ayasofya. Erklerin bitmek tükenmek bilmeyen savaşlarında sesini çıkaramayan savaş esiri bir kadın. Işığı görünce birden ansızın, din ve savaş meydanlarını terk ettiğinde ve esin perileriyle hatırlamak nehrinde yıkanarak dünyayla kucaklaştığında ilk kez gerçekten mutluydu belki de. İlk kez aşık olmuş kadar mutlu, özgür ve umutlu.

Yeraltından iki nehir akıyor. Hatırlamak nehri şimdi uzakta. Unutuş nehri ise güçleniyor günbegün. Erklerin arkında, bu düzenin çarkında. Önce doğudaki kızkardeşlerini yok ediyor Ayasofya’nın. Boğuyor onları sığ sularında. “Neden bunu yapıyor?” diye soruyor kızlar usulca kaybolurken suların altında. Sessizce, artık kanıksadığımız bir hüzünle bakıyorlar bize ayrılırken aramızdan. Nostaljik bir romantizm değildi hatırlamak oysa. Tutunacak bir dal gibiydi tarih.

Unutuş nehrinde yıkıyorlar yavaş yavaş öldürdükleri perileri. Işığını kaybediyor bilgeler. Dünya da her gün biraz daha kaybettiği ve aslında en çok ihtiyaç duyduğu bilgeliği…