Bilenler bilir, Yeraltından Notlar bir polemik kitabıdır.

Bilenler bilir, Yeraltından Notlar bir polemik kitabıdır.
Ülkemizde bir dönem çok okunan Çernişevski’nin Nasıl Yapmalı kitabına karşılık yazılmıştır. Pragmatizm ve genel olarak insanın kendi çıkarlarını bilmesi, kendine hükmetmesi, kendini bir hedefe ulaşmak için adım adım eğitmesi, bedeni üzerinde hükümranlık kurması, rasyonel bir varlık olarak kavranması…
Kısaca liberalizmin insan algılayışı, artı buna giderek eklenen siyasal idealler, insan şudur diyerek akılcı ve ideal toplum tasarımları…
Dostoyevski bunlara dair bir parantez açar, bu parantez muhtemelen insanlık tarihi boyunca kapanmayacaktır.
Roman formatında olmasına rağmen, daha önceki hiçbir kitaba benzemez. Bir yandan birinci tekil şahıs üzerine kuruludur, öte yandan bu insanın hayatı üzerine kuruludur, ama bunlardan tamamen başkadır, çünkü öyle bir birinci tekil şahıs yaratmıştır ki Dostoyevski bu şahsın söylediklerini en azından kısmen yaşamayan bir insan yoktur. Tam da bu nedenle Yeraltından Notlar bir tür felsefe kitabına girer ve insanın neliği sorusuna yanıt arar.
Yeraltından Notlar, pragmatist ve rasyonel aklın insanı kitabileştirmek, rasyonelleştirmek ve hatta ütopik bir indirgenmiş “medeni, akıllı ve akla sığdırılabilir” insan arayışı için, deyim yerindeyse felsefeden değil, kendi iç dünyasından, tanıklıklarından ve diğer insanların yaşamlarından öylesine anlar bulur çıkarır ki aslında bu insan-deneyimlerinin içermediği insanı mumla aramak durumunda kalırsınız. Bir yandan itiraflar kitabıdır, öte yandan birinci sınıf akıl yürütmedir, bir yandan teori kitabıdır, öte yandan teori yapabilmek için yeterli içgörüye sahip olmayan indirgenmiş anlayışları altüst eder. Bir yandan ahlak kitabıdır, öte yandan yerleşik ahlak sistemini yıkar. Deyim yerindeyse, yeraltının dehlizlerine giren bir insanın burada kendisinden bir şeyler bulmadan çıkması mümkün değildir, üstelik Andre Gide’in deyişiyle tüyler ürpertici itiraflar anlamında katıksızdır. O kadar süssüzdür ki yalınlığın karşısında estetik bir büyülenme yaşamamak imkânsızdır.
Bunlar ilk anda akla gelenler. Ama bunlar yetmez. Yeraltından Notlar’ın insanlığa öğrettiği şeylerden birisi, tarih içinde her büyük ahlakçının kendi başeserinin Yeraltında yazıldığını da bir yandan ispatlar, evet açıkça söylüyorum ispatlar. Ancak çok az insan hayatının yeraltında yaşananlarını günyüzüne çıkartabilir.
Bir başka önemli nokta ise şudur: bir başka Yeraltı kitabı ise Düşüş’tür. Yani Albert Camus’nün romanımsı kitabı. İki kitabı bir arada okumak çok öğreticidir, ama ruhen sağlıklı olmak gerekir, insan kaybolabilir çünkü.
Bu anlamda Yeraltından Notlar deyim yerindeyse hiçbir şey ispatlamamak için yazıldığı için, pek çok şeyi ispatlar, “rasyonel ve uyumlu ve modern” insan kavrayışına yönelik o kadar güçlü bir saldırıdır ki bir yandan neredeyse romanın yazılmasından önceki yüzyılın felsefik yönelimlerini altüst eder. Ya da bu felsefenin öncüllerine karşı öyle derin sorular ortaya çıkar ki öte yandan insan İdeolojilerin bittiği bir dehlizle karşılaşır. İnsan bu romanı hatta romanları okurken birden maskesini kaybetmiş hisseder.
Dostoyevski’nin büyük romanlarına yönelik daha çok ilginin olması, buna karşın Yeraltından Notlar’ın daha kıyıda köşede kalmasının nedenini ben çok açıkça anlaşılır bulabiliyorum: Yeraltından Notlar’ı okumak cesaret ve kendinle yüzleşebilme gücü ister, geniş kitleler için olamayacak bir şey. Genel eğilimin kendinden kaçmak olduğu bir yüzyılın eşiğinde yazıldığı için, insanın kurmak için özenle harcadığı yıllar bir anda boşlukta asılı kalır.
Düşüş deyim yerindeyse modern insanı alır. Başarılı bir insanı, eğitimli bir insanı, muktedir bir insanı, bu insanın zirvede olduğu andan almış, zirveye çıkışıyla ahlaki boşluğa düşmesi sürecinden itiraflarını yapmıştır. Karakter aynıdır, model aynıdır, içine düşülen boşluk aynıdır. Mekân ve ilişkiler değişmiştir. Bu çıplaklıkta kendini görmek içgörü ve cesaret gerektirir.
Hayatımız kendi ideallerimizi gerçekleştirmek için çırpınırken, bir anda acizliklerimize toslarken kendimizi bulmamızın öyküsüdür. Öte yandan ise ideallerini kaybetmenin getirdiği yenilgi ve ahlaki çöküş süreci vardır ki burası “öteki gerçektir”. Doğa karşısında yenilgi diyelim buna. Ama öte yandan bir başka şey daha var: bütün “başarılı siyaset adamlarının” arkasında bıraktıkları yıkıntılar, sefil sonuçlara ne diyelim. Gücünün zirvesindeyken, pörsümüş bir yapay memeye dönüşen başarılar, muhtemelen yalanların zirvesinden başka bir şey olmayan güçlü ve büyük insan portreleri, garip bir zavallılık durumları: Reagan, Thatcher, Kohl, Sarkozy, Evren, Özal, birer zavallı olarak insan portreleri. Sanıyorum sanat dediğimiz şey bir anlamda görkemli yükselişin pörsüyen yanlarındaki hakikatin sayfalarında kendini buluyor. Sinema tarihinin en önemli filmlerinden Yurttaş Kane’de böyle bir filmdir. Yapıldığında tarihi altüst eden bu filmin bir insanın ölüm anından başlaması bana hiç rastlantı gelmez, görkemli gücünün yanında ne kadar sefil bir yaşamın sürdüğünü gösterir. Sıradan ve yoksul bir yaşamın daha 6 yaşındayken kesintiye uğraması, daha sonra Amerika’ya hükmeden bir kişiliğe bürünmesi, ama hayatındaki inanılmaz boşluk, şatafatın giderek kişiyi ezmesi, hayatındaki son sözcüğün ise “modern iktidar, güçlü muktedir” kişiyi inşa etmek için, çocukluğundan bir anda çekip çıkarması, son sözün ise karlı bir kış gününde ve yoksul bir hayatın içindeki çocuğun kızağındaki sözcük olarak Rosebud ile son bulması. Masumiyetin kaybedildiği, kişinin iktidar tarafından ve sevgisizce inşa edilmesi, gücünün doruğundayken, bir insan olarak idealleri ve hırsı için çırpınırken, insanın sınırıyla karşılaşması ve giderek sevgisizlik içinde çırpınarak tükenişe giden bir yol. İyi bir film okuyucusu semantik olarak araştırdığında Yurttaş Kane’in modern toplumun ideallerini, ahlakını, ama en çok da tükeniş sürecinde başarının ardında yatan korkunç yitmişliği/değersizliği anlattığını çok iyi bilir.
İnsan ahlaklı olmak için muktedir olma adına çırpınmaz, her türlü yetki ve güç kişinin güçsüzlüğünü ve ikiyüzlülüğünü ortaya çıkartır yalnızca.
Rekabet adına, güç adına, iyilik adına yapılan her tür yüceltim zaman içinde riyakarlık anıtına dönüşecek eylemlerin nedeni ve gerekçesi olur.
Bunları yazarken sürekli aklıma AKP’nin güçlülük söylemi geliyor, güçlerinin dönemselliği bir yana, ahlaki açmazları görülmeyecek türde, meydanda oynanan bir çadır tiyatrosuna dönmüş, kolektif bir çelişkili süreç hayatımızı sürüklüyor, ama bu oyunda has partililer rollerine inanmışlar oynuyorlar. Bir de bunların hiç de onlardan olmadığı halde onlarda buldukları “büyüklüğe” kapılmış giden “yetmezciler” var. İkiyüzlülükten paylarına düşen nemaları hasretle kucaklayanlar var. Karizmanın karşısında kendinden geçenler var. Kraldan çok kralcı olanlar var, güçsüzlüğü oranında muktedir görüntüsüne tapınanlar var. Onların durumu daha acıklı, düşünün bir yalan oyun oynadığını bile bile oynuyorsunuz. Elbette bunlar da hakikaten Çifte Tazminat’lık durumlardır. İnsanın güçsüzken, güçlüye tapınarak kendini muktedir hissetmesi, ne büyük yanılsama…