Tamam, yüzümüzden gülümsemeyi eksik etmeyelim. Ama gevşememek için şom ağızlı olmak da lazım bazen: 7 Haziran sevinci ve hemen sonrasında 1 Kasım kâbusu yaşanan bir ülkede, bugüne kadar “yok artık bu kadarı da olmaz” dediğimiz pek çok şey oldu da bitti. Evet, AKP tencere yüzünden kaybetti, MHP beka sayesinde kazançlı çıktı ve nispi dengeyi sağladılar. […]

Tamam, yüzümüzden gülümsemeyi eksik etmeyelim. Ama gevşememek için şom ağızlı olmak da lazım bazen: 7 Haziran sevinci ve hemen sonrasında 1 Kasım kâbusu yaşanan bir ülkede, bugüne kadar “yok artık bu kadarı da olmaz” dediğimiz pek çok şey oldu da bitti.

Evet, AKP tencere yüzünden kaybetti, MHP beka sayesinde kazançlı çıktı ve nispi dengeyi sağladılar. Saray’ın yerel iktidarlara karşı ‘muhalefet rolüne’ de soyunacağı aşikârdır. “Cehapee” demek için epey fırsat kollayacaklar. Yerel iktidarlara muhalefet ederek merkezdeki iktidarı pekiştirmek isteyecekler.

***

“5 yıl seçim yok” deyip duruyorlar, kendi kalıcılıklarını ve faşizmlerinin sürekliliğini vurgulamak için. Peki, hangi boyutta sürdürülebilir bir faşizm altında olacağız?

Yeni kuşak devrimciler pek bilmeyebilir. 1980 öncesinde rejim tahlilinde ‘sömürge tipi faşizm’ kavramı kullanılırdı. Almanya, İtalya gibi bilinen örneklerinden farklılığı vurgulamak, emperyalizmin rejimde içsel olduğunu ve tepeden devlet eliyle faşizmin kurumsallaştığını anlatmak için. Yani seçimlerin yapılıyor olması rejimin öz niteliğini değiştirmezdi, son çözümlemede oligarşik bir diktatörlük söz konusuydu. 1980 sonrasında ironik şekilde faşizmin kurumsallaşmış haline burjuva siyasetçileri bile ‘derin devlet’ demeye başladılar. AKP ise ordunun siyasetteki etkinliğine ‘vesayet rejimi’ adını verip kendine mağduriyet yarattı. Sonuçta ne oldu? O kurumsallaşmış yapı el değiştirdi, ordunun yerini siyasi İslamcılığın vesayeti aldı, derin devletin (sahibi değil) başındaki değişti (sahibi hep tekelci burjuvazidir), Saray’a taşındı. Faşizmin ideolojik boyutunda siyasi İslamcılık öne çıktı ama kurumsal yapısı kendisini yeniden üreterek sürdürdü. Bu bakımdan rejim düzleminde özü itibarıyla sürdürülebilir bir faşizmden söz edebiliyoruz.

Ama rejimin, mesela Kılıçdaroğlu’nun bile ‘diktatörlük’ demekten çekinmediği, ‘Türk Tipi Başkanlık’ olarak sürdürülebilirliği imkânları ne kadardır? İmkânlar sınırsız ve sürdürülebilir değildir. Çünkü rejimin bir de ekonomik temeli, sınıfsal sahibi vardır ve rejime (sadece seçmen değil) kitle tabanı da şarttır.

2016 yılı Ekim ayında BirGün’deki bir yazımda şöyle demiştim: “Baskı ve zulüm de bir ‘kaynak’ sorunudur ve o kaynak sınırsız değildir. ‘Akmilisler’ yetmez. Taraftar satın alacak para lazımdır. Saddam’ın filan petrolü vardı o bile yetmedi, bunlar ise borca muhtaç, bunların sadece cukkası var.”

Cukka, cülus ve siyasi İslamcılık sayesinde sağladıkları rıza artık bitmek üzeredir. Rıza (demagoji) kitle tabanını konsolide etmek içindir, siyasi İslamcılığın yetmediği yerde köpürttükleri milliyetçi beka argümanı da pek işe yaramıyor. Rıza göstermeyip arıza çıkaran yüzde elliye reva gördükleri “terörist bunlar” yaftası ve şiddet uygulaması geri tepiyor.

Paradoksal gibi gelebilir ama tek adam dayatması bazen faşizmin kurumsallaşmış haliyle de çelişebilir. Diyeceksiniz ki Hitler tek adam değil miydi? Evet, öyleydi ama onun gerisinde emperyalist ve gelişkin bir kapitalizmdeki tekelci sermaye, kilise ve ordu kurumları vardı ve ne yaptıysa onlar adına ve onlarla birlikte yaptı.

Türkiye gibi emperyalizme bağımlı ülkede tek adamlık, bir nevi tek atımlık iddiadır. Tek adamın doğrudan ve tek başına ve kendi adına kontrol edebileceği bir rejim sınırsız sürdürülemez. Tamam, dinsel kurumlara-cemaatlere hâlâ hükmedebilir, devlet kurumları elindedir, polis ve ordu (şimdilik) arkasındadır, yargı emrindedir.

Lakin mevcut rejim de ancak ve ancak çelişkili ve zoraki bir hâkim ittifak şeklinde tecelli edebilmektedir. Seçimden sonra da demokrasi isteyenler karşısında faşist bir ittifak olarak devam ediyor, kazanımlarını korumak için kendi iç çelişkilerini bırakıp hasımlarıyla olan çelişkileri sertleştiriyorlar ve bu yüzden zorbalıkları daha da artacak. Burada ironik durum ‘tek adam’ın yine faşizm düzleminde ‘buçuk adam’ Bahçeli koalisyonuna mecbur kalmasıdır. Ve o ‘buçuk’ ise ‘tek’ten-’bir’den büyüktür sanki! Şüphesiz Bahçeli ve MHP, tıpkı bir zamanlar The Cemaat’in yaptığı gibi rejimin şekillenmesine damgasını vuruyor ve vuracak. Özellikle askeriye ve emniyet cenahında kadrolaştığı da herkesin bildiği bir sır. Öteki cemaatlerden kaynaklı rekabetten söz etmeye bile gerek yok.

Klasik faşizmlerden farklı olarak Ortadoğu’ya özgü pek çok tek adam rejimi petrol gelirleri sayesinde kendilerini ayakta tutabiliyor. Tek adam (bir buçuk adam) rejimini cülus dağıtarak ayakta tutabilmek ise, sadece kimi Arap ülkelerinden gelen petrol dolar bağışıyla nereye kadar sürebilir ki?

Üstelik AKP milli gelirin yüzde 70’ini üreten şehirlerin belediyelerine sahipken, son seçimlerde bu oran yüzde 30’a kadar geriledi. Bu şehirler ekonominin can damarını oluşturan bölgeler.

Sürdürülebilirlik bakımından elbette tekelci sermaye bugüne dek hep kârlı çıktı, ne istediyse fazlasıyla aldı; ama seçim henüz bitmişken TÜSİAD kaygılarını ve beklentilerini durduk yere dile getirmiş olmamalı. Belli ki ekonominin dümeninin Damat’a bırakılmasına sessiz kalmayacaklar, emperyalist ülkelerle ağız dalaşından vazgeçilmesini isteyecekler. Ekonomik krizin daha da derinleşeceği aşikârken, TÜSİAD’ın taleplerinin de gereğini yerine getirmek üzere 8 Nisan günü Yapısal Reform açıklayacaklarmış: Kemer sıkma politikası, elbette sadece daha fazla baskıyla mümkün.

Ve fakat, işte ABD daha yeni NATO ile tehdit etti. Ve Suriye hakikaten iç meselemiz. Ve Kürt sorunu da çözülmeden duruyor. Suriye fiyaskosunun getirdiği büyük göçmen nüfusu yük haline geldi. Bilhassa Adana, Mersin, Hatay kayıplarında bu durumun da etkisi var. Muhafazakâr Kürt seçmenleri de kaybettiler.

***

Kaybettiler ama, Türkiye çapında bir ‘referandum’ bazında kaybettiler diyebilmek için, Cumhur İttifakı’nın yüzde 50 altında kalması lazımdı, kalmadı. Gerçi fiyakası da bozuldu.

Peki, böylece ikili iktidar mı ortaya çıktı? Yerel iktidarlar Merkez’e karşı! Veya muhalefetin yereldeki iktidarları karşısında merkezdeki Saray iktidarının muhalefeti…

Kuraldır: İkili iktidar uzun süremez. Biri ötekini geçersiz kılar. Şimdi soru, hangisi hangisini geçersiz kılacak sorusudur. Hani AKP iktidar olurken “çevre merkezi kuşatıyor” diyorlardı ya, olup bitenler belki tarihin bir başka cilvesidir, şimdi de yerel merkezi kuşatıyordur.

Ancak yeni yerel muhalefet iktidarlarının önünde uzun ve engebeli bir yol var.

Hemen akla gelen kayyum ihtimali bir yana; polis, yargı, ordu, yani devlet bir yana, merkezi iktidarın yerel yönetimler üzerindeki idari ve mali vesayetiyle kuracağı vesayet rejimi bile etkisizleştirmede tek başına yeterli olabilir. Nitekim balkon konuşmasında o vesayetinin gücünü hemen hatırlattı: “Yalan yanlış vaatlerde bulunanlar bakalım nasıl yönetecekler, göreceğiz.”

Çiğdem Toker de “Muhalefete geçecek yerel yönetimlerdeki yatırımlar söz konusu olduğunda karar süreçlerinde yetki (örneğin falanca değil filanca müteahhidi seçme) Beştepe’ye ait olacak” diye yazmıştı. Ayrıca muhalefete geçen çoğu yerde belediye meclislerinde çoğunluk Cumhur İttifakı’na ait olduğundan Belediye başkanları bu açıdan da engellenebilecekmiş.

Üstelik şimdiki yerel iktidarlar da yine çelişkili ve zoraki bir siyasi muhalefetin ürünüdür. Tek başına bir CHP başarısı yok. İYİ Parti olgusu var ve elbette (yok sayılsa da) HDP katkısı var.

CHP artık ‘sadece CHP’ olmaktan çıkarıldı. İYİ Parti solcu olmayacağına göre, CHP kendi yönetimi tarafından, İYİ Parti’nin de rengini ve siyasetini özümseyen bir CHP olmaya mecbur bırakılabilir. CHP’nin bu süreçte yaşayacağı yeni mutasyonlara da hazırlıklı olmak lazım.

Bu durumda, hep söylediğimiz üzere, eşitlik ve özgürlük vurgusuyla, sol söylemiyle, laiklik savunuculuğuyla, Kürt’e Kürt diyebilen ve emek ekseninden vazgeçmeyen ve demokrasiyi “söz yetki ve karar halka” diye tarif eden ve sınıfsal zeminde yükselen bir muhalif Halk İttifakı’na ihtiyaç daha da yakıcı hale gelmiştir. Çünkü son seçimler de gösterdi ki gelecek bakımından genç ve şehirli ve muhalif bir Türkiye güçlenerek çoğalıyor.

Yine hep söylediğimiz üzere, demokrasinin hiç olmadığı bir rejimde, fiili demokrasiden başka bir imkân yok. Fiili demokrasi zeminlerinde yoksul Müslümanlar ile seküler, din dışı sınıfsal zemindeki ilişkileri kurabilmekten başka imkân ve çare de yok.

Artık parlamento bile devre dışı kaldığından, muktedirlerin nizamlarına uymayan bir gayri nizami muhalefet çizgisindeki ‘parlamento dışı muhalefet’ işte o imkânı ve çareyi yaratacaktır. Şimdi bu yüzden yeni yerel yönetimler ve belediye meclisleri, parlamento dışındaki yasal ve meşru mevzilerdir. Ama bunların da işe yaraması, ancak bunlarla yetinmeyen ve bunlara paralel fiili ve meşru mevzileri çoğaltmakla mümkündür.

Bu imkân nasıl hayata geçirilecek? Yerel yönetimlerin meclislerine işlerlik kazandırarak ve bunlara paralel yerel ve fiili halk meclisleri sayesinde bu yönde ilk adımlar atılabilir. Bu bakımdan özellikle CHP belediyelerinin vaatlerinin takipçisi olmak şarttır. BirGün röportajlarında adayların dediklerini hep okuduk: “Halk yönetecek, mahalle meclislerini esas alacağız, şeffaf olacağız” deyip duruyorlardı.

Seçimcilik dayatmasının sol/sosyalist sol üzerindeki basıncı (henüz kimsenin dile getiremediği bir erken seçim sürprizi olmazsa) ortadan kalktı diyebiliriz. Kişisel kanaatim şudur ki solcular bakımından bugüne dek söyleyip de yapamadıkları örgütlenmeler düzleminde yerel yönetimleri dikkate alarak yeni fırsatlar ortaya çıkarılabilir.

Ekonomik kriz demek, zenginin zenginleşmesi fakirin fakirleşmesi demektir. Zengin ile fakir arasındaki fark açığa çıktıkça sınıf ayrılıkları daha da belirginleşmiş olur. Sınıf farkı açığa çıkınca da kapatmak için bu yüzden zamk olarak dine ve milli birlik ve beka söylemine daha fazla başvuracaklar. Yoksullara din zamkıyla, milli birlik zamkıyla yamalarını yapıştıracaklarını, yoksulluğu yeneceklerini anlatıp duracaklar.

Oysa devrimciler açısından, yoksullara sadece neden ve nasıl yoksul olduklarını anlatabilmek yeter.

Seçimcilik dönemi bitti. Artık beş yıl seçim yok. Yeni bir dönem başladı. Rejim bakımından da öyle, onlar da geçiş aşamasını geçtiler. Kişisel görüşüm şudur ki eski dönemin yapıları, örgüt tarzları, mücadele biçimleri miadını doldurdu.

Artık önümüzdeki fiili ikili iktidar sürecinde hakikaten yeni şeyler söylemek ve yapmak zamanıdır.