Yerel seçimler yaklaşırken, siyasetin nabzı 31 Mart’a yönelik ittifak ve adaylık denklemleri etrafında atmaya çoktan başladı. Bir yanda sürecin yakın vadeli “taktik” boyutları tartışılırken bir yanda ise halkın önemli bir kesiminde başka bir şey yaşanıyor. Toplumsal muhalefet; ‘Hayır’ iradesinde ortaya çıkan, 24 Haziran miting alanlarına taşan umudun yeniden ortaya çıkmasını bekleyen bir sessizliğin içinde. Faşizmin ağır baskısına rağmen var olan toplumsal muhalefetin hakkıyla siyasete taşınmasını bekliyor.

Bütün “kurumları” olduğu gibi yerel yönetimleri de kendi merkezi ve baskıcı benliği içinde eriten Saray Rejimi ile karşı karşıyayız. Bu durumun toplumsal muhalefetin heyecanını yok etmesi kuşkusuz anlaşılabilir. Seçim yasalarının tarumar edildiği, seçim güvenliğinin ortadan kaldırıldığı, belediyelerin daha seçim süreci başlamadan kayyum sopasıyla vesayete alındığı bir ülkede “Yahu hâlâ ne belediyesi” sorusu meşru bir siyasi sorudur ve akıllardan geçebilir...

Oysa bütün bu kaygıları aşan bir gerçek ve fırsat var karşımızda. 31 Mart seçimleri, muhalefet açısından salt “hizmet siyasetini” aşarak Saray Rejimi’ne karşı çıkışın bir adımına dönüştürülebilir. Kent yönetimi de belediye hizmetlerini aşan bir Türkiye iddiasına taşınabilir. Bunları yapabildiğimiz ölçüde yerel seçimler Saray Rejimi’ne karşı yeni bir toplumsal iradenin başlangıcı olma potansiyelini taşıyor. Nitekim, Saray Rejimi’nin yerel seçimlere dair yaklaşımını da bu tespitin şekillendirdiğini görmek mümkün.

MHP, rejimin bekası kaygısıyla AKP ile hareket ettiğini açıkça ifade ediyor. AKP’nin ise özellikle büyükşehirlerdeki adaylarla ilgili tutumu, yerel seçimleri ranta dayalı ekonomik birikim modelini yeniden üretmek için yaşamsal gördüğünün belgesi adeta.

Rejimin, 16 yıldır bir türlü hakim olamadığı İzmir’de karar verdiği aday, kurduğu rejimin özgün karakteri düşünüldüğünde var oluşuyla çok tutarlı. “Kent siyaseti” her rejimin varlık dinamikleri bakımından kritiktir. Kent, siyasal bir alandır ve iktidar ilişkileri önce kentte örülür.

Mevcut rejimin, ekonomik birikim rejimini imar rantlarına dayandırdığı düşünüldüğünde belediyeleri elde tutmanın kurduğu rejim bakımından önemi de açıktır. Bunun yanı sıra; Saray rejiminin toplumsal örgütlenmesinde, yerel sosyal ağların ve bunlar etrafında oluşturulan kaynak aktarma mekanizmasının yaşamsal bir yer tuttuğu da malum.

Bir de aynanın öbür yüzü var… Bütün bunlar toplumsal muhalefet için yerel seçimi birçok açıdan fırsata dönüştürüyor.

Birincisi, Saray Rejimi’nin yeniden üretim mekanizmalarını geriletme imkânı doğuruyor. Diğeri, her seçimde hareketlenen umudun bu sefer siyasete taşınması ile demokratik siyaset alanını genişletme imkânı barındırıyor.

Yerel seçimi, taktik bir mesele olmanın ötesine taşıyarak yeni bir kent ve siyaset vizyonu ortaya koyabilirsek her şey başka olabilir. Üretime ve emeğe dayanan, ekolojik dengeyi ve kapsayıcılığı gözeten yeni bir halkçı ekonominin imkânlarını yerelden zorlamak mümkündür. Türkiye’ye dair hayalimizi, siyasi, ekonomik, toplumsal, ekolojik bütün boyutlarıyla kentlerde hayata geçirmek, kentlerimizi faşizmin karşısında soluk alınan özgürlük alanlarına dönüştürmek olanaklıdır. Hepsinden önemlisi; yerel seçimi Türkiye’ye dair altı dolu bir siyasi iddianın adımı haline getirebiliriz. Bunu örgütlediğimizde Türkiye’nin laiklikten, demokrasiden, eşitlikten, özgürlükten, barıştan yana olduğunu baskı rejiminin yüzüne defalarca haykırmış milyonlarını yeniden bir umut etrafında buluşturabiliriz.

Saray Rejimi’nin kurucu ayakları yerelden sarsılabilir... Türkiye’nin geleceği yerelden değişebilir...

Yeter ki yerel seçimin, bir Türkiye iddiasının ve hedefinin parçası olduğu gerçeği aklımızda olsun.