Bu yazıda ekonomik kriz ve kenti, kentin krizini kentsel siyaset ve yerel yönetimler bağlamında irdelemeye çalışacağım. Bu bağlamda sermaye birikiminin temel ihtiyaçları çerçevesinde şekillenen kentin yeniden ve sürekli olarak kendisini tekrar eden varoluşunun arka planında yatan temel etmenlere değinmeye çalışacağım. Kentsel siyaset dediğimizde belli başlıklar üzerinden bunu ele almak mümkün. Mesela bu başlıklardan biri zorla […]

Bu yazıda ekonomik kriz ve kenti, kentin krizini kentsel siyaset ve yerel yönetimler bağlamında irdelemeye çalışacağım. Bu bağlamda sermaye birikiminin temel ihtiyaçları çerçevesinde şekillenen kentin yeniden ve sürekli olarak kendisini tekrar eden varoluşunun arka planında yatan temel etmenlere değinmeye çalışacağım.

Kentsel siyaset dediğimizde belli başlıklar üzerinden bunu ele almak mümkün. Mesela bu başlıklardan biri zorla yerinden etmedir. Günümüzde kentlerin bir tarafta sürgünleri var, bir tarafta yerleşikleri. Aslında kentsel siyaset de bu ikisi arasındaki ayrışmanın çok net olarak şekillendiği bir yapının üzerine şekillenmiş durumda. Kente sonradan gelen, gelmek zorunda kalanlar ile diğerleri arasında bir ayrışmadan bahsetmek mümkün. Bu hareketlilik sadece kent merkezlerinden büyük kentlere doğru bir akış olarak değerlendirilemez. Aynı zamanda kırsal alandan kent merkezlerine doğru ciddi bir akış söz konusudur. Bunun da Türkiye’de 2000’li yıllarda önceki dönemlere göre daha belirgin bir hal aldığını söyleyebiliriz.

Günümüzde kentler bir bütün olarak toplumsal yaşamı belirliyor. Kentlerin pazarlanması, marka kentler söylemi gibi tartışmalar 90’ların temel tartışmalarıydı. Hatta sol içinde de bu söylem çokça destek buluyordu. Bu söylem “Artık küreselleşme süreci artık bir kaçınılmaz süreçtir, dolayısıyla bu süreçte kentlerimizin değerlerini artıracak, kıymetini artıracak birtakım girişimlerde bulunmak bir gerekliliktir, bir zorunluluktur” şeklinde sunuluyordu. Bugüne baktığımızda pek çok kentin önüne konulan sıfatlarla anılmaya başladığını biliyoruz.
Bununla bağlantılı olarak büyük projelerin gündeme geldiğini görüyoruz. Yine kentsel dönüşüm süreci önemli bir başlık. Göç sadece kentlere akmıyor, aynı zamanda kentin içinde de sürekli bir devinimi, sürekli bir hareketi yeniden üretiyor. Dolayısıyla kentsel dönüşüm de bu çatışmanın temel dinamiklerinden birini oluşturuyor.

İnşaat sektörü

Aslında sermaye birikimiyle kentin arasındaki ilişki genelde inşaat sektörüyle beraber ele alınan bir konu. Mesela ekonomik kriz deyince inşaat sektörü çok temel bir unsur haline geliyor. Dünyanın en yüksek gökdelenleri ne zaman yapılmaya başlanmış diye sorduğumuzda, bu sorunun yanıtı kriz dönemleridir.

Türkiye açısından da inşaat sektörünün büyüme ve daralma dönemlerinin, Türkiye ekonomisinin büyüme ve daralma dönemlerini sürükleyen özellikleri var. Bir yandan kent içinde ayrışma giderek belirgin hale gelirken, diğer yanda ise eşitsizlik daha fazla oranlarda kent içindeki ekonomik etkinliğin sonucu olarak belirginleşiyor. Küreselleşme süreci ve onun taşıyıcı unsuru kentler üzerinden elde edilen sermaye birikimi eşitsizlikleri de derinleştirmiş durumda.

Bu bağlamda ekonomik süreçler mekânsal olarak da ayrışmayı güçlendiriyor. Bu parçalanmanın bir boyutu, demin söylediğim gibi sürgünler, yani geldikleri yaşadıkları yerden ekonomik ya da siyasal nedenlerle sürgün edilenler, zorla göç ettirilenler ki, bugünkü siyasal iktidarın tam da oy deposunu oluşturan kesimler bunlar. Seçim sonuçlarını gösteren haritalarda bu durumu görüyoruz. Kent merkezlerinde başka bir renk, kentin çeperlerinde başka bir renk oluşuyor. Genişleyen kentin çevresindekiler aynı zamanda siyasal iktidarın kendi politikaları sonucunda sürgün ettiği insanlar. Siyasal iktidarın devamı onları kent mekânında tutunduracak mekanizmaları üretebilmesinden geçiyor. Bu da rantın ve sosyal yardımların örgütlenmesi ile oluşmaktadır.

Yerel seçimlere giderken sorulması gereken temel soru şu: “Kent mekânında neyi nasıl üreteceğiz?” Peki mekâna baktığımızda yerel siyaset neyi üretebilir? Mekânda eşitsizliği üretebilirsiniz, cinsiyetçiliği üretebilirsiniz, etnik ya da dinsel ayrımcılığı üretebilirsiniz, rantı üretebilirsiniz, iktidarı üretebilirsiniz. Yani mekân iktidara, kendi izlerini kente işlemek için, kenti ideolojik bir araç olarak inşa etmek açısından çeşitli olanaklar sunuyor. Ama kenti değişim değeri üzerinden değil, kullanım değeri üzerinden okuyanlar açısından fırsat, bunların tersinin de mümkün olması. Alternatif bir yerel yönetim siyasetinin ağırlığını bu bağlam üzerine kurmalıdır. Yani mekânda eşitliği nasıl üreteceğiz, mekânda ayrımcılığa karşı nasıl bir politika geliştireceğiz, cinsiyetçiliği kent mekânında ortadan kaldıracak politikaları nasıl uygulayacağız vb. sorulara odaklanmak gerekiyor. Biraz buralara odaklanarak alternatif bir yerel yönetim siyasetini üretebileceğimizi düşünüyorum.