Yerelden dünyaya barış normunu yeniden inşa etmek
Bugün, hepimize düşen görev, iç ve dış politikada barışın hâkim olmasını sağlamak, toplumsal barışı her gün yeniden inşa etmek ve bu değerli mirası gelecek nesillere aktarmaktır.

Resul Emrah ŞAHAN - İstanbul Şişli Belediye Başkanı
İnsanlığın en kıymetli ve önemli yaratımlarından biri olan barış, yalnızca bir idea değil, tüm insanlığın sürdürülebilir bir geleceğe doğru ilerleyebilmesi için temel normlardan birdir. Barışın değeri ve önemi, tarih boyunca yaşanan acı deneyimler ve derin yıkımlar sonucunda daha da belirgin hale gelmiştir. Savaşların yol açtığı büyük acı ve yıkımlar aynı zamanda toplumların ruh ve akıl sağlığı üzerinde derin etkiler yaratması nedeniyle de, insanlık tarihinin en karanlık sayfalarını oluşturur.
Bu bağlamda insanlık en karanlık sayfalarından birisi kuşkusuz 1939 yılında Almanya'nın Polonya'ya saldırısıyla başlayan ve tüm dünyayı içine çeken İkinci Dünya Savaşı’dır. Bu savaş, insanlığın kolay kolay üstesinden gelemeyeceği büyük bir yıkımı ve travmayı beraberinde getirmiştir. Bu savaşın korkunç sonuçları, toplumsal ve bireysel düzeyde derin yaralar açıp nesilleri derinden etkileyerek barış meselesini insanlık için ortak bir değer haline getirmiştir.
Milyonlarca insanın hayatını kaybetmesi, şehirlerin ve ülkelerin yerle bir olması, insanlığın en temel değerlerinden biri olan barışın ne kadar hassas ve korunması gereken bir değer olduğunu ortaya koymuştur.
Bu sebeple, barışı temel bir ilke olarak savunmak, yaygınlaştırmak insanlığın ortak görevi ve en temel sorumluluklarından biridir. Bu bağlamda barış, sadece bir varlık nedeni değil, aynı zamanda insanlığın en temel ihtiyaçlarından biridir.
1 Eylül Dünya Barış Günü vesilesiyle, evrensel barış ruhunu ve Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluş sürecini barış perspektifinden ele almak, bugün her zamankinden daha anlamlı ve gerekli hale gelmiştir.
1 Eylül, dünya üzerindeki tüm ulusların ortak paydada buluştuğu, barışa olan sarsılmaz inancını dile getirdiği özel bir gündür. Bu bağlamda barış, sadece bir arzu değil, insanlık için bir zorunluluktur. Toplumları bir arada tutan, medeniyetleri inşa eden ve yarınlara güvenle bakmamızı sağlayan bir tutkal gibidir.
Atatürk’ün, “Yurtta sulh, cihanda sulh” ilkesiyle ifadesini bulan bu arayış, barış misyon ve vizyonu sadece ülke sınırları içinde değil, tüm dünyada tesis edilmesi gereken evrensel bir norm olarak değer görmüştür. Bu ilke, Türkiye'nin barışçıl dış politikasının temel taşı olmuş, Cumhuriyetin kuruluş felsefesinin nüvesini oluşturmuştur.
“YURTTA SULH, DÜNYADA SULH”
Türkiye Cumhuriyeti, dünya tarihinin en kanlı kitlesel şiddete sahne olan dönemlerinden biri olan Birinci Dünya Savaşı sonrasında, çok erken bir dönemde rotasını barış olarak belirledi. Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluş serüveni, bir yönüyle de bu barış arayışının eşsiz bir örneğini oluşturur. Atatürk’ün, “Yurtta sulh, cihanda sulh” ilkesiyle ifadesini bulan bu arayış, barış misyon ve vizyonu sadece ülke sınırları içinde değil, tüm dünyada tesis edilmesi gereken evrensel bir norm olarak değer görmüştür. Bu ilke, Türkiye'nin barışçıl dış politikasının temel taşı olmuş, Cumhuriyetin kuruluş felsefesinin nüvesini oluşturmuştur.
Barış ideası, politikası ve hedefi, bütüncül, titizlikle yürütülmesi gereken zorlu ve hassas bir zanaattır. Bu politika, tüm taraflarla ve paydaşlarla ilişkilerin ne ihmal edilmesine ne de imtiyazlı hale getirilmesine izin verilmeyen, eşit gören, dengeli bir yaklaşım gerektirir. Ulusal düzeyde bir barış normu ortaya koymak ve barışı tesis etmek, dengeli ve müzakereci bir diplomasi ağı örmekle mümkündür. Bu çaba, yalnızca dış ilişkilerle sınırlı kalmamalı aynı zamanda içeride demokratik değerleri güçlendirmek suretiyle halkın desteğini kazanmayı da içeren bir misyon ve vizyonu içermelidir.
Bu misyondan hareketle Türkiye Cumhuriyeti, 1930’ların başlarından itibaren hem yurtta hem de dünyada barış ilkesini sadece söylem düzeyde inşa etmekle kalmamış, aynı zamanda bu ilkenin kurumsallaşması için de somut adımlar atmıştır. Bu dönemde izlenen diplomasi, barışın sadece bir idea değil, pratikte de uygulanabilir ve sürdürülebilir bir değer olarak hayata geçirilmesi yönünde şekillendirilmiştir. Barışın kurumsallaşması, Türkiye’nin uluslararası arenada saygın bir konuma sahip olmasına katkıda bulunmuş ve bu misyon, ülkenin barış odaklı dış politikasının temel taşı olmuştur.
Barışın kurumsallaşmasından bahsederken, Türkiye'nin diplomasi tarihinde önemli bir yer tutan ve Mustafa Kemal Atatürk’ün 1934 yılında Yunanistan Başbakanı tarafından Nobel Barış Ödülü’ne aday gösterilmesiyle simgesel bir anlam kazanan istikrarlı bir politikayı işaret ediyorum. Bu olay, Türkiye'nin barışa olan sarsılmaz bağlılığının uluslararası alanda kabul gördüğünün bir ifadesi olarak Cumhuriyetin kuruluş misyonunun yansıması olarak değerlendirilebilir. 100 yıl boyunca Türkiye için denge siyaseti, hem içeride hem de dışarıda bir zorunluluk hali olarak ortaya çıktı. Bu politika, yalnızca ulusal çıkarların korunması amacıyla değil, aynı zamanda bölgesel ve küresel barışın tesis edilmesi için de hayati bir rol oynamıştır.
Dünyanın geri kalanı da savaşların yıkıcı sonuçlarının bedelini ağır ödedi, ancak Türkiye, bölgesel bir model ve güç olma çabasıyla diplomasiyi her zaman askeri girişimlerin önünde tuttu. Bu yaklaşım, Türkiye'nin sadece savaşın değil, barışın da mimarı olma isteğini yansıttı. Müzakere masalarında yer almak, barışın tesis edilmesi ve korunması yolunda en etkili araçlardan biri olarak görüldü. Türkiye, Milletler Cemiyeti'nden Balkan Antantı’na kadar pek çok bölgesel ve uluslararası örgütte aktif rol alarak barış siyasetinin kurumsallaşmasına katkıda bulundu.
Bu bağlamda, Türkiye’nin barış odaklı dış politikası, yalnızca belirli bir dönemin gereklilikleri doğrultusunda şekillenen bir strateji olarak değil, aynı zamanda uzun vadeli bir devlet geleneği olarak ele alınmalıdır. Mustafa Kemal Atatürk’ün barış vizyonu, Türkiye’nin uluslararası arenada barışın savunucusu ve koruyucusu olma misyonunun temellerini atmış, bu misyon da Türkiye’nin dış politikasına yön veren bir ilke haline gelmiştir. Türkiye, diplomasiyle barışın kurumsallaşmasına öncülük ederken, aynı zamanda bölgesel istikrar ve küresel barış için model bir ülke olma idealini de hayata geçirmiştir.
İç barışın kurumsallaşması, Türkiye'nin bölgesel ve küresel barışta güçlü bir aktör olma hedefini pekiştirir, ancak bu süreç aynı zamanda toplumun her kesiminin barış içinde yaşamasını da mümkün kılar. Barışın yalnızca sınırların ötesinde değil, yüreklerde de kök salması, toplumsal uyumun ve dayanışmanın en temel dayanaklarından biridir.
İÇ BARIŞ OLMADAN KÜRESEL AKTÖR OLUNMAZ
Türkiye’nin barış ve uzlaşı siyasetinde etkin bir aktör olarak bölgesel ölçekte öne çıkabilmesi ancak içeride dengeli bir barış ve güven ortamı sağlamasıyla mümkündür. Uluslararası arenada barışı tesis etme çabaları, ulusal düzeyde elde edilen başarılarla perçinlendiğinde anlam kazanır. Bu bağlamda, ulusal barışın temeli, yurttaşları güvende hissettirecek kapsayıcı ve sürdürülebilir siyasi, ekonomik, sosyal ve kültürel iyilik halinin sağlanmasıdır.
Barışı iç siyasetin ana omurgası haline getirmek ve bu değerleri kurumsallaştırmak, uluslararası barış siyaseti yürütmekten çok daha karmaşık ve çetrefilli bir görevdir. Türkiye’nin toplumsal yapısında mevcut olan etnik, dini ve sınıfsal grupların karşılaşmaları, tarih boyunca sosyal ve siyasal açıdan sürekli bir gerilim hattı oluşturmuştur. Bu hattın yönetilmesi, Türkiye’nin bölgesel ve küresel barışta söz sahibi olabilmesi için kaçınılmaz bir zorunluluktur.
İstanbul’un merkezinde yer alan ve erken modernleşmenin simgelerinden biri olarak tüm farklılıkları yüzyıllardır barındıran Şişli, bu toplumsal gerilim hattının canlı bir laboratuvarı gibidir. Şişlili yurttaşlar, zorluklarına ve bugünün daraltıcı siyasetinin müdahalelerine rağmen, bir arada yaşama pratiğini ileri bir seviyede sürdürmektedir. Toplumsal barış, Şişli’de adeta güneşin her gün yeniden doğması gibi, her sabah yeniden inşa edilen ama sürüp gideceği bilinen bir alışkanlık haline gelmiştir. Bu alışkanlık, toplumsal barışın mecburi bir norm olarak içselleştirildiği bir iklim yaratırken, bu iklimde yönetici pozisyonda bulunmanın getirdiği sorumluluk da derinden hissedilmektedir.
Türkiye'nin toplumsal barışını koruma ve güçlendirme yönündeki çabaları, ülkenin uluslararası alandaki barış misyonunun sürdürülebilirliği açısından kritik bir rol oynar. Barışın sadece bir hedef değil, günlük yaşamın ayrılmaz bir parçası haline getirilmesi, Türkiye’nin hem ulusal hem de uluslararası alanda barışa olan bağlılığını somutlaştırarak onu sembolik bir değer olmanın ötesine taşırır. İç barışın kurumsallaşması, Türkiye'nin bölgesel ve küresel barışta güçlü bir aktör olma hedefini pekiştirir, ancak bu süreç aynı zamanda toplumun her kesiminin barış içinde yaşamasını da mümkün kılar. Barışın yalnızca sınırların ötesinde değil, yüreklerde de kök salması, toplumsal uyumun ve dayanışmanın en temel dayanaklarından biridir.
Şişli örneğinde görüldüğü gibi, toplumsal barışın günlük bir alışkanlık olarak yaşandığı bir ortam, ulusal barışın teminatıdır. Bu alışkanlık, sadece bir arada yaşamayı değil, aynı zamanda ortak bir gelecek inşa etme kararlılığını da besler. Şişli'de toplumsal barış, farklı kültürel, etnik ve dini grupların bir arada uyum içinde yaşama pratiğinin gelişmesiyle somutlaşır.
İçeride barışın sağlanması ve korunması, Türkiye’nin uluslararası alanda barışçıl politikalarının sürdürülebilirliğini garanti altına alır. Bu sorumluluğun bilinciyle hareket etmek, hem iç hem de dış politikada Türkiye’nin barış siyasetinin kalıcılığını sağlar. İç barışın kurumsallaşması, toplumsal barışın her gün yeniden inşa edilmesini gerektirir. Bu durum da yönetici pozisyonda olanların topluma karşı taşıdığı sorumluluğu artırır. Barışın toplumsal düzeyde kökleşmesi, bireylerin birbirine güven duyduğu, farklılıkların bir zenginlik olarak görüldüğü, adaletin ve eşitliğin hüküm sürdüğü bir toplum yaratmanın anahtarıdır.
Türkiye’nin ulusal barış çabaları, sadece ülke içinde huzur ve güvenliği sağlamakla kalmaz, aynı zamanda ülkenin uluslararası arenada saygın bir barış aktörü olarak kabul görmesini de mümkün kılar. İç barışın sürdürülebilirliği, Türkiye’nin dış politikada barışa dayalı stratejiler geliştirmesinin ve bu stratejileri başarılı bir şekilde uygulamasının temel dayanağıdır. Toplumsal barışın günlük bir alışkanlık olarak yaşandığı bir ortam yaratmak, Türkiye'nin barış misyonunu hem ulusal hem de uluslararası düzeyde sürdürülebilir kılmanın en etkili yoludur.
Egemen siyasetin son 20 yılda toplumsal barışı giderek iki kutuplu bir gerilime indirgeme çabasının sonuçlarını derinlemesine gözlemlemek mümkündür. Toplumsal uzlaşının içeride sarsılması, yerelden ulusal ve küresel düzeyde dengeleri altüst etti. Hükümet, ekonomik ve sosyal daralmanın yarattığı sıkıntıları dış düşman söylemiyle örtmeye çalıştı. Bu da ülkenin iç barışını ve uluslararası itibarını zayıflatan bir yaklaşıma dönüştü. Bölgesel çatışmalarda müzakereci yöntemler aramak yerine, mülteci anlaşmaları gibi diplomatik normlarla uyumsuz, geçici çözüm yollarına başvuruldu.
CHP'nin vadettiği değişim, barışı hem iç siyasette hem de dış siyasette, diplomaside yeniden norm haline getirme vaadiyle hayati bir öneme sahiptir. Türkiye’de siyasetin sosyal demokrat bir hatta yeniden oturması, istikrarlı bir denge arayışını yeniden canlandıracak ve barışın yeniden kurumsallaşmasına zemin hazırlayacaktır.
YERELDEN KÜRESELE BARIŞI KURUMSALLAŞTIRMAK
İstikrarlı bir barış siyasetinin yerini siyasetsizliğin yön verdiği palyatif çözüm yöntemlerinin alması sadece Türkiye’ye özgü değil elbette. Bu küresel bir dalga halinde siyasal sistemlerin yaşanan uluslararası krizlerin bir sonucu aynı zamanda. Kurumsallaşmış barış yöntemlerinin giderek dağılmasının, çözülmesinin, eski işlevlerini yitirmesinin sonuçlarını ulusal, bölgesel ve küresel ölçekte yaşıyoruz. Bugün Filistin’i büyük bir insani dram, işgal ve sistematik soykırım haline terk eden, işte bu kurumsallaşmış barış hattının dünyada çözülmesinin bir sonucudur.
Türkiye’de toplumsal barışın inşa edilmesinin, dünya bağlamında otoriter popülizmi zayıflatmak ve yeni bir dünya savaşı yoklamalarını boşa çıkarmak, bölge ölçeğinde Filistin’de kanın barışçıl ve hakkaniyetli bir çözümle durmasını sağlamak, Suriye’yi bir mülteci meselesi olarak pazarlık konusu etmekten çıkarıp, sorunun paydaşı olan halk ve devletlerin huzur ve güvenliğinin tesisi çerçevesinde ele alabilmek için de hayati önem taşıdığını görmek lazım. Bu bağlamda CHP’nin vadettiği değişim, diplomasiyi ve iç siyaseti kapsayacak şekilde barışı yeniden norm haline getirmektir. Türkiye’de siyasetin sosyal demokrat bir hatta yeniden oturması, istikrarlı bir denge arayışını muhakkak yeniden canlandıracak ve bölgesel barışa katkı sunacaktır.
Bu bağlamda, CHP'nin vadettiği değişim, barışı hem iç siyasette hem de dış siyasette, diplomaside yeniden norm haline getirme vaadiyle hayati bir öneme sahiptir. Türkiye’de siyasetin sosyal demokrat bir hatta yeniden oturması, istikrarlı bir denge arayışını yeniden canlandıracak ve barışın yeniden kurumsallaşmasına zemin hazırlayacaktır.
Bugün, hepimize düşen görev, iç ve dış politikada barışın hâkim olmasını sağlamak, toplumsal barışı her gün yeniden inşa etmek ve bu değerli mirası gelecek nesillere aktarmaktır. Toplumsal barışın, ulusal ve uluslararası barışın temel taşı olduğunu unutmadan, Türkiye'nin barış misyonunu güçlendirmek için elbirliğiyle çalışmak zorundayız.
“Yurtta sulh, cihanda sulh” ilkesiyle hareket ederek, barışı bir hedef değil, yaşamın doğal bir parçası haline getirmeliyiz. Bu çağrı, barışın yalnızca bir istek değil, aynı zamanda bir zorunluluk olduğunun altını çizen bir çağrıdır. Türkiye'nin, bölgesel ve küresel barışın savunucusu olarak, barışı kurumsallaştırma ve güçlendirme çabalarına öncülük etmesi, hepimizin ortak hedefi olmalıdır.