Gelelim Devlet Tiyatroları’nın izleyicileri ehl-i cühela sayan tavrına… Demem o ki, nedense Amerikan komedisiyle sırtı sıvazlanan bu halkın gülüp geçeceği zannı hâsıl olmuş birilerine sanki

Yerli ve milli farsın içinden

LEYLA BURCU DÜNDAR
Akademisyen

Bu sezon tiyatrolar perdelerini ürkekçe açtı. Zira bundan kısa süre evvel umum müdür “yerli oyunlar” müjdesi vermişti. Kendisini en son Zagreb semalarında görmüş olduğumuzdan, ne ara “millî, manevi duyguları pekiştirmek” vazifesini üstlendiğini bilemesek de merakla kurulduk koltuklara.

Genel programda, izleyiciyle ilk kez buluşan Ahmet Mithat ve Tanpınar gibi isimler dikkat çekiyor. Tabii bu tercihleri yapanların, Hâce-i Evvel’in evrimciliği ve Kırtıpil Hamdi’nin huzursuzluğundan bihaber olması kuvvetle muhtemel. “Maymun meselesi” ve “Opus 132” bir yana bırakılıp yeniden repertuvara dönülürse, bilindik oyunların da arz-ı endam eylediği söylenebilir. IV. Murat bunlardan bir tanesi. Elbette bu seçimde, Turan Oflazoğlu’nun esasen iktidar hırsının yakıcılığını işlediği gözden kaçmış. Nitekim yazarın “İktidar Üçlemesi” adını verdiği oyunlarından biri olan bu metinde, sultan düpedüz “zalim” çizilmiştir. Tarih sonradan “Bağdat fatihi” olarak kahramanlaştırsa da, çocuk yaşta tahta çıkana dek ömrünün kafeste geçişi trajedi değil de nedir? Repertuvardaki bir diğer bilindik oyunsa Ya Devlet Başa Ya Kuzgun Leşe. Şüphesiz bu defa da Orhan Asena’nın esasen Osmanlı töresini eleştirdiği es geçilmiş. Oysa “Taht ve Baht Dörtlemesi” içinde yer alan bu oyunda, Kanunî’nin oğulları Bayezid ile Selim arasındaki kanlı iktidar mücadelesidir anlatılan. Tarihin yücelttiği “Sarı Selim”in, kardeşine karşı savaş açan ve Safavîlere sığındığında da gözünü kırpmadan onu boğdurtan bir “cellât” olduğunu kim inkâr edebilir? Uzun lafın kısası, bu oyunlar salt “ecdat” diye kucaklanan Osmanlı’yı sahneye taşımasından ötürü “yerli ve millî” furyasına katılıvermişler. Her ikisinde de “kadim” geleneğe, sanatın merceğinden eleştirel bir gözle bakılıyor olması “haşmetlü”lerin zihinlerini kurcalamıyor anlaşılan. Biraz “yerli” sosu, biraz da “millî” baharatı oldu mu tadından yenmez sanılıyor. Oysa bazı oyunlar, bazı midelere düpedüz oturuyor.

“Vatan bütünlüğüne katkı” gibi bir ulvi amaçla edilen bu “yerli ve millî” lafı umum müdürden reis-i vükelâya dek sirayet edince, tiyatroseverler ister istemez şaşırıyor. Memlekette “tarator”dan “tiyatro” yaratanların “affedersiniz” kim olduğunu bilmooruz sanki! Üstüne üstlük, bunca tantanadan sonra repertuvarda Fyodor Dostoyevski’den Patrick Süskind’e pek çok ecnebi boy gösteriyor. Nitekim siyasetçilik oynayan kişilerin at gözlüklerinin ötesinde, somut bazı gerçekler var: Sadece “yerli” oyunlardan oluşan bir repertuvarla sezonu geçirmek teknik ve ekonomik olarak mümkün değil. Zaten açılıştaki toz duman dağılınca ortaya bambaşka bir tablo çıktı. Şöyle ki, bu sezon prömiyer yapan yabancı oyunlar da mevcuttu. Örneğin, daha önce birçok yapıtı sahnelenmiş olan Neil Simon’dan Söylentiler. Amerikalı yazarın 1988 tarihli bu oyununu fars olarak nitelemek mümkün. Buradan hareketle, haşmetmeablarınca ya ağlanacak halimize gülmemizin buyrulduğu ya da ABD’nin hısım addedildiği söylenebilir.

Söylentiler, New York Belediye Başkan Yardımcısı Charlie Brock ve eşi Myra’nın onuncu evlilik yıl dönümleri için verdikleri partiyle açılır. Ancak ilk konukları karşılayan, ev sahipleri yerine bir silah sesi olur. Üstelik Charlie yaralıdır, Myra ise kayıplara karışmıştır. Gorman çifti durumu örtbas etme yolunu seçse de, diğer misafirlerin -Ganz, Cusack ve Cooper’lar- gelmesiyle mesele içinden çıkılmaz bir hal alır. “Söylentiler” adeta çığ gibi büyür. Tüm bunlar yetmezmiş gibi bir de susmak bilmeyen telefon, komşuların yaptığı ihbarlar ve polislerin soruşturmaya gelmesiyle işler iyice karışır. Sonunda Lenny Ganz, her şeyi açıklayacağını söyleyerek olası bir senaryoyu anlatmaya koyulur. Tutuk başlayan monolog gittikçe açılır ve Lenny kendini bu işe öylesine kaptırır ki, karanlıktaki tüm noktaların aydınlandığı parlak bir hikâye çıkarır ortaya. Polislerin dahi ikna olduğu bu senaryoyu, misafirler ağzı açık bir biçimde dinlerler. Kısacası, gece boyunca kulaktan kulağa aktarılan söylentileri damıtıp harika bir “gerçek” icat etmiştir Lenny. Kutay Sungar’ın bu roldeki göz dolduran performansına değindikten sonra, yazarın bu oyunu kaleme alışındaki saik üzerinde durulabilir. Neil Simon, Söylentiler’i zor zamanlar geçirmekte olduğu bir dönemde yazdığını ve bunun bir nevi katharsise yol açtığından bahseder bir söyleşisinde. Nitekim evlilik içi sorunlar ve sadakatsizlik gibi temaların sık sık görüldüğü yapıtlarının çoğunda otobiyografik unsurlar bulunur. Mizahın pathos ile iç içe geçtiği oyunların yazarı, hayatın komik ama bir o kadar da acıklı olduğunun ayırdına erken bir yaşta varmıştır belli ki.

Gelelim Devlet Tiyatroları’nın izleyicileri ehl-i cühela sayan tavrına… Demem o ki, nedense Amerikan komedisiyle sırtı sıvazlanan bu halkın gülüp geçeceği zannı hâsıl olmuş birilerine sanki. Oysa ohal’de bile güldüklerine bakılmasın; mizahın, mantığın delirmiş hali olduğunu bilmez değiller. Bazılarıysa, mizahın olduğu yerde uyumsuzluğun şahlanıp her kahkahada tahtlarını sarstığını bilmez gibiler. Yeniden Söylentiler’e dönersek; yalanın yalanı doğurduğu bir kaba güldürüden fazlası olarak yankılandı oyun sahnede. Neden derseniz, mesela darbe söylentisinin “enişte”den haber alındığı bir ülke düşünün; gündelik bir gerçektir orada absürt. Veyahut yerle bir edilmiş, sokağı dahi kalmamış bir şehirde sekiz ay sonra “sokağa çıkma yasağı”nın kaldırıldığını düşünün; groteskte yeni bir çığırdır bu. Oldu olacak, siyasal bir partinin binasının bahçesindeki kardan adamın yumruğunu “etkisiz” hale getiren emniyet güçleri verelim size; farsın imkânlarını ihya etsinler. Şaka bir yana, tüm bunların özündeki tragedya malzemesini inkâr etmek güç. Zaten kahkahalar mütemadiyen donup kelimeler düğümleniyor insanın boğazında; Sur’da kör karanlıkta bir kız çocuğunun “pantolonum yukarı çıkmıyor polis amca” deyişi duyulduğunda mesela… Sonra “bir sargın umut” arıyor insan yılgınca. O noktada, her nasılsa repertuvarda unutulmuş Çamaşırhane yetişiyor imdada. Dominique Durvin ve Hélène Prévost’nun Birinci Dünya Savaşı dönemi Fransa’sının boğucu atmosferinde geçen bu etkileyici oyunu geliyor akla. Şüphesiz “dünyanın yıkanacak çok pisliği var” ama Yunus Emre Bozdoğan’ın müthiş yorumunu kuşanıyor insan. Ardından da kapanış sahnesi çınlıyor zifirî gecede: “Dünyanın pisliğini kadınlar temizleyecek!”

Dünyanın pisliğini… Kadınlar…