Zaman; anların dişlerinden oluşmuş. Dişlerin arasında katledilmiş nice tabiat. Orada oğullarını kızlarını kaybetmiş analara vuran güneş paldır küldür batar. Oysa külün içinde susan köz vardır.

Yersizyurtsuzlar için  sokakta bir avuç harf

Şeref Bilsel

Uzak yolları denedin eve geç varmak için. Kalbinin yerini öğretti sana kuru otlara basıp geçtiğin tenhalar. Öğrendin düşerken düşünmeyi; acıyla açılmayı soğuk sulara doğru. Şiirsiz bırakmadı seni yaşadıkların, ama şiirin yaşantısız kıldı tüm zamanlarını. Kapandın çiçeklerin, mutfakların üzerine, yeniden nefes almak için. Aşka inandın. Kömür madeninin dibinde yaktığı sigaranın ucuna, tünelin sonunda gözüken ışığa bakar gibi aşklandın, gövdenin dünyadan topladığı kırgınlıklardan kurtulmak için. Ne içindi yaşamadıkların? İnsan bazen yaşamadıklarıyla tanınır kalabalıkta, bin göz altında, ezilmeyi bekleyen, o güne dek ağza alınmamış bir sözcük gibi. Şehre şüpheyle baktın; ama şehrin dağdağası daha sert olsun diye kuşkuyla tanıştırdı seni. Kuşkusuz bu da yaşamaya dairdi.

Bıçak satan bir kadının fotoğrafının durduğu gazetenin üzerinde bir vuruşla parçaladığın soğanın kokusu durur hâlâ. Durur yumruğunda. Buna yaşamak diyorlar bir yerlerde. İş yerlerinin, okulların, tersanelerin, meyhanelerin dağıldığı saatler olur. Bir yerlerden gelenler birçok yere dağılır. Sabahla sözcük sözcük toplananlar, karanlık basınca yaralı bir cümle gibi işleye işleye dağılır. Herkesin son baktığı şey sokakta kalır. Orada, kazandığı kahrın ortasında yersizyurtsuzluk içinde duranlar olur. Dünya, onların altına serilmiş bir yalandır, onların vaktine değen sözcükler yalandır.

Yürümeksiz ve bakmaksız yürüyen ve bakanlarla doludur tenhalar. Orada ölüm hayatla kazanılır. Hayatı yiyerek büyür ölüm ve asıl yaşayan, terk etmeyendir ölüm. Şehre serilmiş sokakları sevin elbet, ama sokaklara serilmiş, lokanta mutfaklarını havalandıran mazgallar üzerinde yatanları da sevin. İnsandır insanı yapan; insan mıdır insansızlığa tapan?

Zaman; anların dişlerinden oluşmuş. Dişlerin arasında katledilmiş nice tabiat. Orada oğullarını kızlarını kaybetmiş analara vuran güneş paldır küldür batar. Oysa külün içinde susan köz vardır. Burada, bugün dünlerden cumartesidir. Bir duvar halısında, berrak suları sıçratarak geriye doğru koşan ceylanlardır. Yıkandıkça büyüyen bir leke gibi kirlenmek istemeyeni de içine çeken şeyler olur. Bu yüzden uzak yollar var, eve geç kalmak için. Geç kalmak onarıyor bizi, haklı kılıyor ve terli. Şimdi herkes çalışıyor, söz dinliyor; ama terleyen ve anlayan yok. Sadakat var, liyakat yok. Ne diyorduk, sokaklar köpeklerle dolu. Bazen özellikle yağmurlu havalarda iş yerlerine, okullara, hastanelere, adliye binalarına kadar giriyor bu sâdık dostlarımız! Vaktiyle gazeteler bizi ‘millet’ yapmak, birbirimize benzetmek için kâğıtları kara kara işaretlerle her gün düzenli olarak dolduruyordu. Şimdi kâğıtlar, bir yıllık plan dahilinde önceden yazılmış olarak gazeteleniyor. Herkesin kendi içinde gitmediğini, bazı insanların durunca gerçekten durduğunu noktalama işaretlerinden öğrendik, oysa Şinasi yola çıkarken bu iş böyle değildi. Ne diyorduk: devletten sonra iki nokta koyanların önünden koyun sürüsü geçmiyorsa bir tek sözcük geçer: tahrik! İçeriden ve dışarıdan gelen şiddetin ateşini beslemeyen, tahrik edilmenin ateşini diri tutmayan ne yazacak dünya karşısında? Kaybetmeyi anlamayan nesle âşina değiliz elbet!

Baharat çeşitlerinin bunca çoğalması ve satışlarının artmasının altında gazetelerden, televizyonlardan, koltuklardan, mağazalardan, inşaatlardan sızan yanmış motor yağı kokusunu bastırmak düşüncesi yoktur elbet! Merkezde olanların koltukaltlarından ve kasıklarından yüzümüze doğru yükselen ağır kokuyu -yerli ve milli olsun diye- gül suyu ile bastıramıyoruz; elimiz 150 yıl önce nasıl ki roman ve şiirlerine gitti, şimdi de Fransız deodorantlarına gidiyor. Çok kötü kokanlar var: metrobüslerde, otobüslerde, banka kuyruklarında olan, henüz halaya girmemiş ama heyecanla girmeyi bekleyenler arasında. Bu koku yerli ve milli. İnsan neyle besleniyor ve ne düşünüyorsa öyle kokuyor galiba!

Sanat/edebiyat ürünleri de öyle kokmuyor mu? Sanat/edebiyat dairesi içindeki insanların ‘kendiyle’ konuştuklarını bir yakını duysa uzaklara gider. Duyduğu yere dönmek istemez. Bu kokmak, kabarmak meselesini yabana atmamak gerek. Herkes ölecek. Heykeltıraş elindeki mermeri baş ucuna koyacak. Şair, yazdığı dile defnedilecek; ya öldükten sonra dirilecek ya da yaşarken ölmüştü bu sefer gerçekten ölecek. Bu iki ölümü de beğenmezse, sevenleri ona ödüller, kutlamalar, anmalar indirecek. Gelsin şaraplar gitsin şarbalar!