Gezi’de olduğu gibi, Boğaziçi Üniversitesi öğrencilerinin AKP’li rektörü protesto eylemleri sırasında çekilen görüntüler pek çok belgesele malzeme oluşturacak. Tıpkı, Gezi Direnişi’nde olduğu gibi.

Yeryüzü aşkın yüzü oluncaya dek…

Birkaç haftadır sinemanın gerçek ile ‘dansı’ üzerinde durmam boşuna değil. Gezi’de olduğu gibi, Boğaziçi Üniversitesi öğrencilerinin AKP’li rektörü protesto eylemlerine anında tanıklık edebildiysek, bunu amatör filmciliğin özgür ruhuna ve görsel-işitsel teknolojideki gelişmelere borçluyuz. Artık hepimiz birer belgeselciyiz. ‘Akıllı’ telefonlarımızla yaşadığımız olayları kayda alıyor, aynı anda dünyanın dört bir yanına yayabiliyoruz. Polisin şiddetini, direnişin gücünü yüreğimizde hissedebilmemizin nedeni, belgesel görüntülerin gücü olsa gerek.

Elbette, gerçeğin kurgulandığı filmlerin yalnızca belgeseller olmadığını vurgulamakta yarar var. Sinemamızda gerçeklerden yola çıkan, Lütfi Akad, Atıf Yılmaz, Metin Erksan, Ertem Göreç, Halit Refiğ, Feyzi Tuna, Duygu Sağıroğlu’nun filmlerinde ilk adımları atılan, Yılmaz Güney, Zeki Ökten, Şerif Gören, Memduh Ün, Süreyya Duru, Bilge Olgaç, Ali Özgentürk, Yavuz Özkan, Yusuf Kurçenli, Tunç Okan, Erden Kıral’ın yapıtlarında en somut örneklerini bulan toplumsal gerçekçi damar sonraki kuşaklarda da varlığını sürdürdü.

Ülkemizin gerçeklerine değinmekten kaçınmayan sinemacılarımızdan Başar Sabuncu’nun “Zengin Mutfağı”, Zülfü Livaneli’nin “Sis”, Yeşim Ustaoğlu’nun “İz”, “Güneşe Yolculuk”, Orhan Eskiköy-Özgür Doğan’ın “İki Dil Bir Bavul”, Hüseyin Karabey’in “Gitmek: Benim Marlon ve Brandom”, “Sesime Gel”, Emin Alper’in “Tepenin Ardı”, “Abluka” filmleri toplumsal-siyasal sorunlarımızı beyazperdeye yansıttı. Her gün biraz daha yoksullaşan orta sınıfın sorunları, Vuslat Saraçoğlu’nun “Borç”, (ilk filmi “Babamın Kanatları”nda işçi sınıfının durumunu anlatan) Kıvanç Sezer’in “Küçük Şeyler” ve son Antalya Film Festivali’nde gösterilen Ferit Karol’un “Kumbara”, Fikret Reyhan’ın “Çatlak” filmlerinde ele alındı. Onur Saylak’ın “Daha”sından, Mehmet Bahadır Er- Marina Horbaç’in “Omar ve Biz”ine göçmenlerin sorunlarını yansıtan filmler yapıldı. Azra Deniz Okyay, “Hayaletler”de kentsel dönüşüme maruz kalan günümüz İstanbul’unun yarasına parmak bastı. Ama, çoğunluğun bu dönemi ‘kazasız belasız’ atlatmak için romantik güldürülere, sanatçının yaratma krizi gibi temalara yöneldiğini görüyoruz. Gerçekle kurulan bağlar, ‘ana akım’dan bağımsız yapımlara, dünya sinemasının tüm renklerinde güçlü biçimde varlığını sürdürürken, ülkemiz kurmaca film dünyasında giderek güç kaybediyor. Bu ortamda, belgesel sinemanın varlığı daha da önem kazanıyor.

ASKERİYEDEN SİVİLLEŞMEYE

Sinemamızın ilk yapıtlarının kısa belgesel yapımlar olduğu (ister Manaki kardeşlerin filmlerini kabul edin, ister Fuat Uzkınay’ın filmini), ilk yapımevlerinin de (Merkez Ordu Sinema Dairesi, Malul Gaziler Cemiyeti, Müdafa-i Milliye Cemiyeti) ya doğrudan ya da dolaylı olarak Türk ordusu kaynaklı olduğunu biliyoruz. Ülkemizde çekilen ilk önemli belgesel, Atatürk’ün çağrısı üzerine Sovyet yönetmenler Sergey Yutkeviç ve Lev Oscaroviç’in çektikleri “Türkiye’nin Kalbi Ankara”dır. Belgesel sinemanın emekleme çağından çıkması için, 1956 yılında İstanbul Üniversitesi Film Merkezi’nin kuruluşunu beklemek gerekti.

Sabahattin Eyüboğlu ve Mazhar Şevket İpşiroğlu’nun yönettiği “Hitit Güneşi”nin Berlin Festivali’nde Gümüş Ayı’yı kazanmasının ardından bu alandaki çalışmalar yoğunlaştı. Başbakanlık Basın Yayın Genel Müdürlüğü, Milli Eğitim Bakanlığı Film, Radyo, Televizyonla Eğitim Merkezi ve TRT’nin ‘resmi görüş’ün sınırlarını ihlal etmeden yaptıkları belgesellerin yanı sıra bağımsız çalışmaların sayısı da hızla arttı. Lütfi Akad, “Tanrının Bağışı Orman” ile belgesele verdiği değeri vurguladı. Süha Arın’ın “Safranbolu’da Zaman”, “Kula’da Üç Gün”, “Tahtacı Fatma”, Güner Sarıoğlu’nun “Ladik’76”, Ertuğrul Karslıoğlu’nun “Keçenin Teri” belgeselleri dünya festivallerinde ödüller kazandı.

Belgesel sinemamızın önemli yapıtlarına imza atan Savaş Güvezne, Hasan Özgen, Enis Rıza Sakızlı, TRT’de çalıştığı uzun yıllar boyunca sayısız belgesele imza atan Kerime Senyücel, Türkiye’nin yakın tarihine ilişkin haber programlarıyla Mehmet Ali Birand ve Can Dündar, dünya kültürlerini ayağımıza getiren Coşkun Aral, “Son Sesler”le kaybolan bir kültüre tanıklık eden İsmet Arasan, ülkemizdeki insan hakları ihlallerine ışık tutan “Baran” ve “Sessiz Ölüm” filmleriyle Hüseyin Karabey, ”Saroyan Ülkesi” ile Lusin Dink, “Simavnalı Bedreddin” ile Nurdan Arca, “Sabah Yıldızı Sabahattin Ali” ile Metin Avdaç, “Mimaroğlu” ile Serdar Kökçeoğlu, “Oyun”, “Kraliçe Lear” filmleriyle belgeselle kurmaca arasındaki duvarları yıkan Pelin Esmer, son yılların en başarılı belgesellerinden “Aether”le Ruşen Tekeş ve “Tanrı Göçmen Çocukları Sever mi Anne?” ile Rena Lusin Bitmez bu verimli alanda ürün veren isimlerden yalnızca birkaçı… Bu ve benzeri yaratıcı belgesellerin en önemli işlevi, tarihe tanıklık ve kültürel sürekliliğe katkı olarak özetlenebilir.

GEZİ’DEN GÜNÜMÜZE

Yazıma, Boğaziçi Üniversitesi öğrencilerinin ve onlara destek verenlerin eylemlerine değinerek başlamıştım. Hiç kuşkum yok, bu direniş sırasında çekilen görüntüler pek çok belgesele malzeme oluşturacak. Tıpkı, Gezi Direnişi’nde olduğu gibi… ‘Altyazı Dergisi’nin Gezi’nin 7. Yıldönümü nedeniyle yayınladığı Fasikül’de 30 filmden söz ediliyor. Aralarında, Enis Rıza’nın “Gezi Tarih Olur mu?”, Timurtaş Onan’ın “Gezi’yi Hatırlamak”, Can Dündar’ın “Gözdağı”, Gürkan Hacır’ın ”Haziran Yangını” ve elbette Reyan Tuvi’nin “Yeryüzü Aşkın Yüzü Oluncaya Dek” filmlerinin olduğu…

Ülkemizde belgesele konu olabilecek/olması gereken o kadar fazla konu var ki… Siyaset-mafya ilişkisi, yağmalanan topraklarımız, yok edilen ormanlarımız, nehirlerimiz, hayvancılığımız, fabrikalarımız, tarihsel ve doğal sit alanlarımız, kimliklerini yitiren, tek tip beton yığınlarına dönüşen kentlerimiz gibi… Batı ülkelerinde var olan desteklerle kıyaslanamayacak kadar sınırlı olanaklarla çalışmak zorunda kalan belgeselcilerimiz, bu konulara ilişkin filmler yapmaktan geri durmuyorlar. Son İstanbul Film Festivali’nin Belgesel bölümünde izlediğim Zeynep Dadak’ın “Ah Gözel İstanbul”, Yasin Semiz’in “Asfaltın Altında Dereler Var!”, Sedat Benek’in “Göbeklitepe Sakinleri” en yeni örnekler arasında…

Kurmaca filmler yapan yönetmenlerimiz, bu ve benzeri temalara -örneğin Amerikan ve Avrupa filmlerinde pek çok örneğini gördüğümüz, siyasal sistemdeki çürümeye, yozlaşmaya- maddi olanaksızlık ve siyasal sansür nedeniyle değinemediklerine göre, iş belgeselcilere düşüyor. Elbette, kaba propagandadan uzak durmaları, yaratıcı belgeselin temel nitelikleri olan ‘özgürlük ve özgünlük’e uymaları koşuluyla…

Son olarak değinmek istediğim bir başlık da, belgesel sinemanın finans kaynakları… Kültür Bakanlığı ve TRT dışında da yapım desteği verecek kurumlara ihtiyaç var. Şu günlerde çekimleri süren “Genco” belgeselinin finansmanının ENKA Holding tarafından üstlenilmesi son derece sevindirici. Diğer holdinglerin, bankaların da bu alana girmeleri beklenir (İş Bankası’nın ve Denizbank’ın bazı belgeseller yaptırdığını biliyorum). Elbette, bu kuruluşların siyasi iktidarın hoşlanmayacağı konulara eğilmeleri beklenemez. Öyle ise, yerel yönetimlere bu alanda önemli bir görev düşüyor. Kentlerinin kültürel değerlerini ve sanatçılarını tanıtacak filmlere imza atabilirler/atmalılar... İlerki haftalarda, dünya sinemasından örneklerle bu konuya devam ederiz.