Yıllar önce Masumiyet filmiyle Zeki Demirkubuz Fransa’da Chabrol’ün elinden en iyi film ödülü almıştı. Ardından Camus’den bir uyarlama yapma fikrine kapıldı. Fransa’ya başvurdular, onlar yapımcı olmayı kabul ettiler. İlk başta pek heyecanlı geldi proje, sonra Fransızlar projeyi değiştirdiler: Camus’nün Yabancı romanını uyarlamasını istediler. Tabi bir de özel ve özgün şartları vardı…

Yabancı romanı Cezayir’de geçer. O yıllarda Fransa’nın kolonisidir Cezayir ve Ulusal Kurtuluş Mücadelesi de yeni başlamıştır. Araplar büyük oranda bildiğimiz Barbaros Hayrettin Paşa’nın 16. Yüzyılda temellerini attığı ulus-benlik kimliğinin mirasçısı olarak Cezayir’de kendi kimliklerini aramaktaydılar. Romanda bir Fransız Cezayir’de memur olarak çalışırken benliğini kaybetmenin eşiğindedir, anlamsızlık içinde kaybolmuştur ve sevgi ilişkilerini yitirmiştir, bayağı bir hayat sürmektedir. İşte bu koşullar altında bir Arap’ı öldürür. Dava açılır ve elbette niçin Arap’ı öldürdüğü sorulur; Sıcaktı, bunalmıştım, güneş beni yakıyordu gibi sözlerin ardından kayda değer hiçbir şey söyleyemez! Cinayetin belirli, anlamlı, hatta ötekileştirici bir nedeni bile yoktur. Soruşturma ilerlediğinde savcı bizim Fransız’ın benliğini sorgulamaya başlar; romanın büyüklüğü de buradan gelir. Fransız’ımız Tanrıya olan inancını kaybetmiştir, Tanrısal yasakları umursamaz, her şeyi oluruna bırakır: ideal diyalogu “benim için fark etmez”dir. Ama sorgulama tam anlamıyla hedefini değiştirir: egemen ideoloji ezberlediği bütün idealleri Meursault karakterinin üzerine boca eder. En son aşamada da onun değersizliğine hükmeder.

Şimdi 90’lı yılların sonlarında Fransızlar Yabancı romanının temeli olan Hristiyan Benliğini, Egemen İdeolojiyi sorgulamayı, bunu yaparken de bireyin değersizlik içinde kaybolmasını anlatan bu romanı niçin tersyüz etmeye çalışsınlar?

Ve bir Arap’ın Fransız’ı öldürmesi için uyarlamayı kökünden sökecek ve orijinalindeki anlamı yıkacak bir değişiklik istesinler?

İşte bu arzunun ve yönelimin ardından gelene baktığımızda Le Pen’lerin önce meclise giremez bir partiyken, asosyal ve hasta ruhlu insanlara seslenirken, son iki seçimde ikinci tura kalan ikinci parti olmasının ardındaki “ruhsal arzuyu ve yönelimi” görmekteyiz.

Bugün aynı durum Almanya’da da karşımıza çıkmaktadır. Almanya’da ve Fransa’da Le Pen türevi siyasi hareketler yükseliş içinde, ama sosyolojik olarak sürece baktığımızda ve kültürel yönelimlere eğildiğimizde korkunç bir hakikatle karşı karşıya buluyoruz kendimizi:

İdeolojik meşruiyetin azalması, iktisadi krizin topluma damga vurması, giderek daha fazla okumuş ve eğitimli kesimlerin iş hayatının dışına düşmüş olması, Batı Toplumlarının tümünde üst-beyaz orta sınıfın dinsizleşmesi gibi 4 değişik faktör birleşerek Yeryüzü Dinlerine tapınmaya ve Benliklerini yeryüzü tarikatları içinde arama eğilimine yol açmaktadır.

İşte Rassismus bu anlamda Semavi değildir, tam aksine bir yeryüzü dinidir ve aslında kaybedilen kimliği hastalıklı yerlerde arama çabasına karşılık gelir. Bu Irkçılık eğilimi bugün için İkinci Dünya Savaşından sonraki büyük ekonomilere sahip tüm Batılı ülkelerde günceldir. Kökleri ise esasen 1968 Hareketinin siyasal ve ideolojik olarak yenilgisinin ardından gelen Yeni Sağın ve Neoliberalizmin yükselişinde bulunabilir.

Kültürel olarak öz-benlik artık Hristiyanlığın temelinde olan Kardeşlik söyleminde, bu söylemin bir türevi olan Fransız İhtilalinin en güzel üç siyasal talebinde bulunan Eşitlik/ Özgürlük/ Kardeşlik üzerinden kurulmuyor artık. Tam aksine evrensel anlamları ve idealleri yitirmiş, onun yerine ayrımcı, ezici, ötekileştirici ve reddiyeci bir söyleme yönelmiş olan Rasssismus/ Irkçılık bir hastalıktır. Benlik bunalımına ve benliğin değerlerini yitirmesine bağlı olarak ortaya çıkar. Faşizmler 1930’lu yıllarda art arda siyasi iktidara geldiğinde Avrupa hem aydınların hem de iktisadi krizlerin doruğundaydı. Benlik parçalandığa ve egemen olanın meşruiyetini yitirdiği koşullarda Rassismus hal çaresi bir sahta reçeteye dönüşür, Hasta topluma onu daha çok hasta edecek yıkıcı bir çözüm haline gelir.

Bunun kültürel izlerini bugün çok daha net olarak görmekteyiz: Avrupa’da büyük Avrupa milliyetçiliği, önce Benliği Avrupalılık üzerine kurmaya çalıştı, dünyanın diğer halklarını ötekileştirme eğilimine dönüştü. Ardından ise Milliyetçiliğin alt dalları olarak etnisite temelli Racist hareketler doğdu. Gerek Fransa’da gerekse Almanya’da örneğin, Le Pen hareketi ve AfD’ye baktığımızda ülkelerinde hızla ikinci partiye dönüştüklerini görmekteyiz. Ama daha da korkunç sosyolojik veriler var: Bu partilerin yükselişi sırasında hangi tabanlardan oy aldıklarına baktığımızda, ülkelerindeki daha önceki seçimlerde Yeşillerden, Sosyal Demokratlardan, Hristiyan Demokratlardan azar azar ama neredeyse istikrarlı olarak oy alıyorlar. Bu ise aslında ırkçı ve ayrımcı söylemin toplumda ne kadar köklü ve ruhsal bir yaradan kaynaklandığını ve toplumun benliğinin giderek hastalandığını gösteriyor.

Rassismus ve Apartheid hareket bir hastalık mıdır? Kuşkusuz bir hastalıktır, hasta olan benliğin dağılmak yerine kendini korumak için, kendi varlığında bulamadığı kurucu değerleri ötekileri düşmanlaştırarak kendi kötülüklerini aklama çabasıdır. Sorunlarına kökten çözüm aramaz, tam tersine sembolik düzlemde “kötü-olan-öteki” her olumsuz şeyin nedeni ve kökü gibi görür ve gösterir: bu açıdan yalan üzerine inşa edilmiş bir Ruhsal Hastalığa karşılığa gelir.

Kültürel hayatımızda ve siyasal söylemde Irkçılık ve Ayrımcılık Batılı Dünya’da evrenselci ve eşitlikçi, kısaca solcu kimliğin yenilgisinin ardından –neredeyse bir kural gibi- yükselişe geçiyor. Bir benlik hastalığıdır, Semavi değil de Yeryüzü Dini olarak Rassismus-Irkçılığın bütün batılı ülkelerde yükselişe geçmesi neyi gösteriyor? Tek bir şeyi: Yüzyıllardır devam eden Batı Uygarlığı ve Kültürünün şimdi Dekadans dönemini yaşadığını da bilimsel olarak gösteriyor.