Yeryüzü Eşiği’nde geçmiş ve şimdi

HALİL ÇAMAY

Uzun yıllardır dizelerinden tanıdığım, sesini dizelerinden duyduğum bir şiir yolcusu Aydanur Saraç. MediaKitap tarafından yayınlanan “Yeryüzü Eşiği” adlı son kitabı şairin, “Sonra Güller Kırmızı” ve “Mesafeler “ den sonra yayımladığı üçüncü şiir kitabı.

Okur, Saraç’ın şiir yolculuğuna, gerek ilk iki kitabı aracılığıyla, gerekse edebiyat dergilerinden ve diğer yayınlardan tanıklık etmiş olsa da, “Yeryüzü Eşiği”nde sesini derinden soluyan bir şairle karşılaşacak. Kullandığı dil, dile yoğunlukla yansıyan metafor, dizelerdeki ses ve sözcük tekrarları şiirlerin derinliğini, çarpıcılığını öne çıkarıyor. Bunu yaparken de çok incelikli, dingin bir anlatımla okura ulaştırıyor şair “Yeryüzü Eşiği”ni.

“…göğün şemsiyesi korkunç bir zırhla kaplı suyunu yitirmiş hücreler düşüyor bilgi sözlüğünden, paslı bir makina gibi ötüyor hayat, eski güne kayıtlı bu evde ölüler şehrini kurarken mermerciler…” “Dünyanın tuzu”(S,55) .

Her bir şiirin başlığı kaldırıldığında uzun-nehir tadında tek bir şiirden de bahsetmekte mümkün. Şiirlerin kendi içindeki bütünlüğü bunu düşünmemi sağlıyor.

İçerik, geçmişi okuyucuya yakın tutarken diğer taraftan şimdinin önemini de anlatıyor.

Şairin, naif, çok içerden bir duyguyla yolculuğuna tanık oluyor okuyucu. Bu şiirleri sahici ve ulaşılabilir kılan özelliklerinden biri. Şiirlerinin yolculuğu, onun ruhunun zaman yolculuğudur. Zaman içerisindeki bu seyahate katılacak olursanız bu şiirlerin sizleri götüreceği yer yine kendinizdir. Kendi dışınızdaki hayata karşı bir müdahaleniz varsa bu yolculukta hâkimiyet kurduğunuz her şeyi yok ettiğinizi, tükettiğinizi göreceksiniz. Dolayısıyla bu karşılaşma, yeniden buluşma sizleri sarsacaktır elbette.
Derin bir yüzleşme… İnsanın kendine, özellikle çocukluğuna varma sürecinde ruhuna tuttuğu aynaya dikkat çeken bir yüzleşme… Çürüyerek ve acı çekerek ölmekte olan günümüz dünyasını kederli bir gerçekçilikle gözler önüne seriyor şiirler.
“öfkeli bir şeyhin ağzı kadar ıslak ve kirli hayat, düşleri çalıyor, kuşların sesini, kır çiçeklerin kokusunu…” diye dile getirirken yaşam pratiği içerisindeki sancıları “ Ağır-aksak” (S,21) .

Günümüz dünyasının her anlamdaki çürümüşlüğü gelecekle ilgili umudu, inancı çoğaltmıyor kuşkusuz, belki bundandır, şiirlerde hep bir geçmiş özleminin olması. Bahçeli müstakil evlerin sıcaklığının, bahçedeki meyve kokularının, sonu hep bahçeli evlere çıkan küçük sokakların, yağmurdan sonraki o toprak kokusunun şiire girmesinin de. Bunlarla birlikte değişen bir yüzyılın, değişme biçimiyle insanlar üzerindeki etkisine bakış da sunuyor. Toplumsal değişimin altını ben diliyle başarılı bir gerçeklikle çiziyor. Bu gerçekliği haykırarak değil de; Leonardo da Vinci’in “gerçekler yüksek sesle söylenmez” deyimini düstur edinmiş gibi, zarif bir üslupla dile getiriyor. Sınırları çizilmiş bir dünyanın birbirine çok da uzak olmadığını söylüyor bir anlamda, ama bile isteye üzerinde oynandığının. Üzerimizi her yerde aynı gece örtse de yozlaşmış insanlığın kedere çevirdiği bir dünyada yaşıyoruz. “…iki yakayı ayıran bir kanyon, boy veren ağaçlar, yanık çayırların türküsü. üstümüzde altın başaklara benzeyen bir gece …” Ani saçlarını topla sevgilim ( S,50)

Modern dünyanın betonlarından ve plastiğinden arınmış bir yaşam özlemiyle kırlarda koşturan bir düş çocuğu görebiliyoruz bu şiirlerde, bir kalp kırıklığı, bir küskün keder…

“…ağaçların uzun bacaklı gecesinden geçtim korkuyla gezdiğim
bayırları düşündüm sevdiğim ormanı, çiçeklerini kokladığım güzel kışı! sabah erken uyandı acılar yusufçuk erken, çiyini akıtan yapraklar gidin bakın ben ona benziyorum o artık ben…” Yonga ve Kuşlar(S,44)

“Şiir, şairin iç yolculuğudur” deriz her zaman. Öyle ise şair şiirlerinde bu yolculuğu gerektiği gibi yapıyor. Dikkatli bir okur bu yolculukları şiirin alt belleğinde fark edebiliyor hemen.

Zaman içerisinde buruk yolculuklara eş dizelerde, zamanın bireyden aldıklarını, eksilttiklerini görürüz. Bu eksiltmeleri nesneleri izleyerek, dinleyerek, nesnelerin ruhunda gezinerek görmeye çalışmak da hatırlamak için bir yol. Ki şairin izlediği yollardan biri de bu. Her insanın kendi kayıp tarihine bir davet belki de… Şairin, naif ve bilgece bir sitemle, hızla tükettiğimiz dünyanın yaralarını anlamamızı ve sessizce sorgulamamızı istemesi de bunun bir parçasıdır.“…yeryüzü kaynıyordu bir çukurun içinde. uyandım ve yaralarımı gösterdim sabaha. o da kırılmış kalbini, bitmeyecek masal sanıyorduk hayatı…” Kısa hayat (S, 28)


“güzden kalma çıngırak sesi kadar eskimiş bu ev
yetmiyor öyle güzel dilekler artık…” Yer eşiği (S, 17)

yosunlar taş olduğumu fısıldıyor, kederden bölündüğümü
hantal gövdemi sürüklüyorum bir çağdan diğerine
” Kendime bakma sabahı (S,19)

Özgün şiir diliyle gönül kütüphanemizin raflarında yerini alıyor “Yeryüzü Eşiği”.