Yeşil dönüşüm: Dönüşümün adaleti

Bengisu Özenç*

İklim tartışmalarının popülerleştiği bir dönemi yaşıyoruz. Bunun tek nedeni elbette “iklim krizi” ifadesinin ortaya çıkmasına neden olan yıkıcı etkilerin artık daha sık görülüyor olması değil. Çekingen haliyle “düşük-karbonlu” ya da daha iddialı haliyle “net-sıfır” ekonomiye geçiş, küresel olarak içinde bulunduğumuz “sürekli durgunluk” karşısında yeni bir ekonomik büyüme/kalkınma modeli olarak çerçevelenmiş ve ana akımlaşmış durumda. Bu politikaların ana motivasyonunu oluşturan Paris Anlaşması’nın 1,5⁰C hedefine erişilebilmesi için izlenmesi gereken patika oldukça iddialı adımların ivedilikle atılmasını gerektiriyor. Uluslararası Enerji Ajansı tarafından bu doğrultuda hazırlanan ve 2050 itibarıyla net-sıfır emisyon hedefi çerçevesinde bir enerji sektörü yol haritası sunan rapordan örnek verilecek olursa, 2020 yılı itibarıyla yeni kömür yatırımı yapılmaması, 2040 yılına kadar da küresel olarak kömürden çıkılması gerekiyor.

Yüzyıl ortası itibarıyla net-sıfır hedefi almış ülkelerin sayısı hızla artıyor. Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi sekretaryasının 31 Ekim 2021 tarihinde yayımlamış olduğu sentez raporunda yeni ulusal katkı beyanı bildirmiş olan 113 ülkenin 70’inde yüzyıl ortası civarında net-sıfır olma hedefinin yer aldığı tespit edilmiş. Her ne kadar bu yönde gelişmeler iklim hedefleri açısından umut verici olsa da ara hedeflerin eksikliği ve somut adımların yokluğu, esasında iklim değişikliği mücadelesinin 30 yıl kadar daha erteleniyor olduğu yorumlarına yol açıyor. Zira 2021 yılı itibarıyla küresel sıcaklıklardaki ortalama artış 1,2 ⁰C’yi bulmuşken ve mevcut politika ve eylemler bizi yüzyıl sonu itibarıyla 2,7⁰C artışa doğru taşımaktayken, ancak verilen sözlerin tamamının uygulanması durumunda 1,5⁰C’yi sınırlı aşım şartı ile iklim hedeflerini yakalayabilecek gibi duruyoruz. Bu noktada “verilen sözler” ile ifade ettiğimiz çerçevenin henüz ülkelerin ulusal politikalara yansımamış, kanunlaşmamış, “2050 net-sıfır olma hedefi” gibi muğlak ve genel ifadelerden de oluştuğunu söylemekte fayda var. Bu nedenle de iyimser senaryonun fazlasıyla iyimser olduğu aşikar.

GELİR VE KRİZDEKİ ADALETSİZLİK

Tarihsel olarak baktığımızda iklim değişikliğinde sorumluluğun eşitsiz bir şekilde dağıldığını ve mevcut gelir adaletsizliğinin de bu dağılımı desteklediğini görüyoruz. Her ne kadar yıllık emisyonlarda Çin’in küresel payı yüzde 30 olsa da Sanayi Devrimi’nden bu yana tarihsel emisyonların %62’sinden Kuzey Amerika ve Avrupa sorumlu. Sadece ABD ve AB’nin tarihsel payı ise neredeyse yüzde 50. Bu eşitsiz sorumluluk dağılımını yalnızca ulusal sınırlarla tarif etmek mümkün değil. Genel bir gelir adaletsizliği yaklaşımıyla değerlendirecek olursak, en yüksek gelirli yüzde 1’lik kesimin kişi başına emisyonlarını yükselttiği (2015 yılında 1990 seviyesine göre yüzde 25) ve 2030 yılına gelindiğinde bu kesimin emisyonlarının 1,5⁰C hedefi için yakalanması gereken seviyenin 30 katı daha yüksek olacağı bir öngörüde, düşük gelirli yüzde 50’lik kesimin emisyonlarının ise hala hem ortalamanın hem de 1,5⁰C hedefinin altında olacağı hesaplanıyor.

Yalnızca krizin sorumluluğu değil, etkileri de adaletsiz dağılıyor. Krizin yükü, aşırı hava olayları karşısında en kırılgan durumda olan, bu etkilerden kaçınma, korunma ya da sonuçlarıyla başa çıkma imkanlarından, fiziksel ve finansal açıdan yoksun olan ülkeler ve toplum kesimleri üzerine yükleniyor. Küresel sistemin bu mevcut adaletsizlikleri gidermek üzere ele alınabilecek mekanizmaları (örn. kayıp ve zararların giderilmesine yönelik mekanizma) hayata geçirmek konusundaki isteksizliği, iklim adaletsizliğinin yeniden yaratıldığı ve çoğaltıldığı bir düzen anlamına geliyor.

İklim adaletine ilişkin bir diğer boyut ise, şaşaalı net-sıfır hedefleri doğrultusunda alınması gereken acil ve kapsamlı önlemlerin, yani düşük-karbonlu dönüşüm dediğimiz değişimin yükünün yine daha kırılgan ülkelerin ve toplum kesimlerinin omuzlarına binmesi. Örneğin, kömürden çıkışın gerçekleşmesi durumunda, madenlerdeki ve termik santrallerdeki istihdam imkanlarının kaybolmasının özellikle kömür bölgeleri açısından önemli bir sorun teşkil etmesi bekleniyor. Bu durumda dönüşümü, bir yandan iklim hedefleriyle uyuşmayan, diğer taraftan da piyasa koşullarında gerçekleşecek ve adaletsizliği pekiştirecek bir ağır-aksak dönüşüm olarak değil, mevcut ve dönüşüm kaynaklı doğması beklenen adaletsizlikleri ortadan kaldıracak şekilde tasarlamak önem taşıyor.

2030’A KADAR KÖMÜRE SON VEREBİLİRİZ

Kömür tartışmasından devam edecek olursak, Türkiye’de kömürden çıkışın 2030’a kadar mümkün olabileceğini gösteren teknik çalışmaların sayıları giderek artıyor. Hatta piyasa koşullarına bağlı olarak, tahrip edici, kontrolsüz bir çıkışın Zonguldak gibi bölgelerde hali hazırda gerçekleştiğine şahit oluyoruz. Zonguldak, sahip olduğu zengin taşkömürü kaynağı nedeniyle bir kömür ekonomisi merkezi olarak, bir yandan sanayi bölgelerine elektrik sağlayan (ürettiği elektriğin yüzde 85’i bölge dışındaki talebi karşılıyor), diğer yandan da bu üretimin olumsuz sağlık ve çevresel etkilerini üstlenen bir durumda. Covid-19 salgınının ilk günlerinde alınan sokağa çıkma yasağı kararlarındaki “30 büyükşehir ve Zonguldak” ifadesini herhalde herkes hatırlayacaktır. Zonguldak’ta, Türkiye’nin genelinde olduğu gibi, kömürdeki istihdam daralıyor, ancak alternatif istihdam alanlarının ortaya çıkmaması işsizliği beraberinde getiriyor. Ağırlıklı olarak genç ve eğitimli nüfus bölge dışına göç ederken, göç etme nedenleri arasında birinci sırada işsizlik, ikinci sırada ise hava kirliliği geliyor.

DÖNÜŞÜMDE ADİL BİR GEÇİŞ MÜMKÜN

Kömürden bu kontrolsüz çıkışı, iklim hedefleriyle uyumlu, planlı ve adaletli bir hale getirebilmek için öncelikle dönüşümün muhtemel etkisinin kapsamını anlamak gerekli. Bu yönde önemli bir arka plan çalışması Sevil Acar ve Simay Karakaya tarafından yapılan “Türkiye’de Kömüre Dayalı İstihdamın ve Ekonominin Analizi” başlıklı raporda bulunabilir. Bu raporu tamamlayacak bir başka çalışma ise Efşan Nas Özen tarafından yürütülüyor ve “Kömüre Dayalı İstihdamdan Çıkış: Sorun Alanları ve Çözüm Önerileri” başlığı ile yakın zamanda yayıma hazırlanıyor. Bu çalışmadaki bulgular kömürden çıkışın ekonomik olarak anlamlı olduğunu, sektördeki mevcut istihdamın yapısının ise Türkiye’nin genel istihdam yapısından önemli ölçüde farklı olmadığını gösteriyor. Yani, kömür istihdamındaki kayıpları telafi etmeye yönelik politikalar, aslında Türkiye’nin genel işsizlik sorununu çözmeye yönelik politikalarla yüksek oranda benzer ve aynı planlamanın bir parçası. Cinsiyet eşitsizliğinin, çocuk işçiliğinin ve iş kazası meslek hastalıklarının yüksek olduğu bir sektörden çıkış, doğru tasarlandığında adil olarak gerçekleşebilir. Bunu başarabilmek için ise öncelikle bir hedef alınması ve bu hedefe yönelik katılımcı bir planlama sürecinin yürütülmesi gerekli.

*Sürdürülebilir Ekonomi ve Finans Araştırmaları Derneği Direktörü