Tezatlar zincirinin içinde debelenip duruyoruz, boğulmak üzereyiz.

Yine binlerce insanın işsiz kaldığı, akademisyenlerin kıyıma uğradığı, ‘tehlikeli’ diye derneklerin kapatıldığı son OHAL KHK’si hangi noktaya sürüklendiğimizi gösteriyor.

‘Barış’, ‘gerçek’, ‘yaşam’, ‘vicdan’ kavramlarının yasak olduğu bir harp meydanının içerisindeyiz. İntikam dili, linç kültürü, ötekileştirme ‘tepeden tırnağa’ yayılıyor. Şuurunu teslim edecek kadar ileriye gitmiş bir toplumsal tabaka da böylece ortaya çıkıyor.

Bugünü değil geleceği de yitiriyoruz. ‘Ulaşabilirsek’ eğer yarınları da kaybediyoruz. Yasalar, önlemler, kullanılan ifadeler, geleceğe bakış açısı, ‘gelecek’ bırakmıyor.

Tarih, sosyoloji zar atmıyor. Basit örnekler yetiyor.

Son KHK ile kapatılan kurumlar arasında Antep Ekoloji ve Ağacı Sev, İnsanı Koru, İnsanca Yaşa dernekleri de bulunuyor.
3 gün sonra… Elbette bire bir sebebi değil ama mesajı. Bir kış günü Sürmene birkaç yerinden tutuşuyor, cayır cayır yanıyor. Trabzon Çamburnu mevkiinde çıkan yangında 15-20 hektar alan kül oluyor.

Her yönden geleceği yitirmek ne?

Hayal kuramamak, plan yapamamak… Sadece huzuru ve yaşamda kalabilmeyi güvenliği arzulamak. Ortadoğululaşma yalnızca alanda, siyasette yaşanmıyor. Dalgaları içimize vuruyor. En son ne zaman sinemaya gittiniz, hangi kitabı okudunuz, ne kadar zaman önce huzurla bir akşam yemeği yiyebildiniz? İşte Ortadoğululaşma, bu soruların cevabı!

Ormanı yangından, meydanı kan izinden, stadı ceset parçasından, adliyeyi çatışmadan hafızaya kazımak yavaş yavaş kaçırılan masumiyeti de gösteriyor.

Olmuyor işte; bu yolla… Görünen köy kılavuz istemiyor. Tekrar tekrar aynı yöntemleri deneyip başa sarmak, 81 ilde 80 milyonun tehlike altında yaşadığı bir coğrafyadan başka bir şey bırakmıyor.

Anlatmakta zorlandığımız ya da hiç anlatamadığımız tuhaf bir iklim var. OHAL, KHK’ler, ‘sessiz olun’, ‘uslu durun’ demek ülkenin normalleşmesine katkı sağlamıyor. Toplumun bir bölümünü tehdit olarak görmek sorunları çözmüyor. Kutuplaşmayı, uçurumu, tehlikeyi büyütüyor. İki tür güvensizliğin içerisindeyiz. Hepimiz, terör saldırıları, bomba ve şiddet ortamının mağdurlarıyken, ne yazık ki bir bölümümüz ‘mağduru olduğumuz bu durumun’ failleri olarak da damgalanma riski altındayız.

Mutabakat denilen şeyin bu olmadığı açık…

Anayasadaki temel değerlerin, kitlelerin siyasal hak ve özgürlüklerinin korunacağı bir yolculuğa çıkmak, çıkabilmek yerine…

Demokrasinin soluk borusundaki son nefes de kesilmek isteniyor. Semboller seçiliyor. Yıllar sonra ilk kez bir Cumartesi Anneleri toplanmasında gözaltı yapılıyor. Sadece mezar düşlerine ortak insanlara bile gözdağı veriliyor.

Daha çok demokrasi, insan hakları, hukuk, laiklik ve vicdan…

Tümünün azaldığı hatta tamamen yok edilmek istendiği bir ülkeyi izlemek elbette endişe veriyor. Demokrasinin kırıntısının bile bırakılmak istenmediği günlerden geçiyoruz. Bugün Meclis’te yine ‘Anayasa’ tartışmalarına tanık olacağız. Türkiye’de kuvvetler ayrılığı hiçbir zaman yoktu. Fakat şimdi… Yasama, yürütme ve yargı tek kişinin emrine verilmek isteniyor.

Çözüm değil, yeni ve büyük hüsran yaklaşıyor.

“Yeter artık, yakmayın memleketi…”

Söyleyebileceklerimiz bundan ibaret; gerisi boş laf.