Ülke siyaseti sonbahara dağınık ve giderek etkisizleşen bir ana muhalefet ile giriyor.

Ortada, dışarda ve içerde toplumsal maliyeti çok ağır başarısızlıklarını başarıymış gibi pazarlayan bir iktidar buna karşılık ne yaptığını bilmeyen bir ana muhalefet var.

AKP-MHP iktidarı, bir taraftan ülkeyi bir sıcak savaşın eşiğine taşırken diğer taraftan da ekonomiden dış siyasete, hukuktan eğitime her alandaki ve son olarak COVİD 19 salgını karşısındaki başarısızlıklarıyla toplumu iyice bunaltıyor. İktidara karşı TV ekranları karartılıyor; en çok izlenen bir haber sunucusu F. Portakal işini bırakıyor. Ayrıca, yeni bir araştırmaya göre gençlerin yüzde 76,2’si, ABD ve Avrupa ülkelerini hedefleyerek “kesinlikle yurtdışına giderim” diyorsa, tüm bunların sorumlusu kuşkusuz iktidardır; ancak, bu sonuçlarda muhalefetin umut oluşturamamasının payı yok denemez.

Dış politikada başarısızlığa ortak

Ana muhalefet uzunca bir süredir AKP-MHP iktidarının dış politikada yaptıklarını onaylıyor. Ülke, tam anlamıyla yalnızlaştırılmış bulunuyor. İktidar, Meclis’e kapalı oturumlarda bile bilgi verme gereği duymadan çok tehlikeli bir biçimde savaşçılık oynuyor.

İktidarın, yedi senedir süregelen savaş odaklı Suriye politikasının başarısızlığı Türkiye’nin savaştığı, Esad güçleri ile PKK/YPG’nin geçen hafta Moskova’da kendi aralarında anlaşmalarıyla sonuçlandı. Ne Suriye sınırı boyunca uzanacak güvenlik kuşağı, ne de bu ülkede bulunan dört milyon Suriyeli göçmen konusu konuşuluyor. Libya’da tarafların ateşkes yapmasını görmezlikten gelen iktidar, bu ağır Suriye yenilgisini Doğu Akdeniz’de kahramanlık yaparak kapatmaya çalışırken ABD Türkiye’yi hiçe sayarak, Güney Kıbrıs’a 33 senedir uyguladığı silah ambargosunu kısmen kaldırıyor.
Dizginsiz iktidarın her an bir sıcak savaş çıkaracağı korkusu toplumu sarıyor. CHP ise ülkenin II. Dünya Savaşı sonuna kadar, yurtta barış, dünyada barış politikasını Cumhuriyet’in bir değeri olarak nasıl başarı ile uyguladığını, çoktandır anımsamıyor.

İç politikada hazırlıksız ve dağınık

AKP-MHP iktidarı, başkanlık rejiminin sürdürülmesinde çok kararlı bir tutum sergiliyor.

Ana muhalefet, başkanlık rejiminin yerine parlamenter sistemi savunuyor görünse de “nasıl bir parlamenter demokrasi” istendiği konusunda diğer muhalefet partilerinin uzlaştığı ortak bir tutumla somut adımlar atmıyor.

Ayasofya konusunda Danıştay kararıyla, Cumhuriyet hukuku yerine Osmanlı hukukunu yerleştirmeye başlayan iktidar, tam bir kör parmağım kör gözüne tutumuyla, 1 Eylül’de Adalet Yılı’nın açılışında da “bu ülkede özgürlük, demokrasi ve hukuk vardır; o da budur” diye dayatabiliyor. Üstelik iktidar, İstanbul Sözleşmesi’ni sonlandıracağını ve idam cezasını geri getireceğini açıklarken; Türkiye’yi dünyada Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne AİHM’e en çok şikayet edilen 2. ülke durumuna getiren iktidar, AİHM Başkanı R. Spano’yu konuk edebiliyor!

Parlamenter düzene geçişin somut adımları ısrarla atılacak yerde, araba atın önüne konularak kimin başkan adayı olacağı konuşuluyor. Papatya falı açar gibi Gül falı açılıyor; Grup Başkan Vekili Özel, Gül “kesinlikle” adayımız değil derken Genel Başkan Kılıçdaroğlu ”olabilir de” diyerek kapı aralıyor!

Ana muhalefetin dağınıklığı hafta başında ayrı bir boyut daha kazandı. Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı M. Yavaş, iktidarın CHP’li belediyelerin “tamamına” karşı sergilediği düşmanca tutumu unutarak Başkan Erdoğan’ı “tek başına” ziyaret etti. Yerel seçim başarısının üzerinden 1-1,5 sene geçtikten sonra gelinen nokta bu mu olmalıydı?

Böyle bir ortamda ana muhalefet bir sakat doğum yapıyor. Eski başkan adayı M. İnce Sivas’ın yollarına düşüyor; yetersizliğini kanıtlarcasına, en yaşamsal iç ve dış sorunlardan, parlamenter sisteme dönüşten ve hukuktan hiç söz etmiyor!

Gelecekte tarih nasıl adlandırır bilinmez ama ana muhalefetin kuruluş günü olan 4 Eylül’de içinde bulunduğu yetersizlik nedeniyle de ülkeye gerçekten çok yazık oluyor.