Huzurlarınızda Habip. Dersim’in bir köyünde çobanlık yaparak sınava hazırlanan Habip, 120 sorunun 119’una doğru cevap verip TEOG sınavında Türkiye ikincisi oldu. Bu tekil bir durum değil; geçtiğimiz aylarda, Varto’nun bir köyünde yaşayan Eda da benzer bir başarı gösterip, 120 sorunun tamamını doğru yanıtlayarak birinci olmuştu.

Bu çocuklar Türkiye’nin en geri bırakılmış bölgelerinde, ailelerinin zorlu yaşam koşullarına destek verip, ağır işler de üstlenerek eğitimlerine devam ediyorlar. Ne kolejlerde okuyorlar, ne de destek kursları alıyorlar. Ama her türlü olanağa sahip çağdaşlarının önüne geçip, hepimizi şaşırtan başarılar elde ettikleri de bir gerçek.
Sonuçlar ilan edilir edilmez, bir medya ordusu akın ediyor köylerine; mikrofonlar uzatılıyor. Çocuklar alışık olmadıkları bu ilginin verdiği utangaçlıkla konuşuyor; yaşamlarındaki zorlukları, eğitim koşullarını ve sınava nasıl hazırlandıklarını anlatıyorlar. Aileleri ve öğretmenlerine borçlarını dile getirip, ideallerinden, seçmek istedikleri mesleklerden söz ediyorlar.

Bütün bu ilgi ve edindiğimiz bilgiye rağmen, bir soru hala yanıt bekliyor. Memleketin en geri bırakılmış bölgelerinde, türlü olumsuzluklara karşın bu çocuklar, bu büyük başarıyı nasıl elde ediyorlar? Büyük kentlerde son derece geniş olanaklara sahip çağdaşlarını nasıl geride bıraktıklarının açıklanması gerekmiyor mu?

Onca sıkıntı ve olumsuzluğa rağmen öğrencilerini ileriye doğru iten öğretmenlerin varlığı, çocukların içinde bulundukları koşullara teslim olmama iradesi, azimleri, zeki olmaları tamam da, bunların ötesine geçen doyurucu bir açıklamaya ihtiyacımız var. Açıkçası benim de bu sorulara ikna edici yanıtlarım yok. Ama onları dinleyip, üzerine düşünürken, temel bir nokta dikkatimi çekti, onu paylaşmak istiyorum.

Habip’le yapılan röportajı izledim. Eda ile ortak özelliği görece yoksul köy ortamında, öğrencilik yanında, bir ağır işçi gibi, ailesiyle birlikte zorlu yaşam mücadelesinin tam ortasında olması. Habip anlatıyor;

"Koyun sağmaktan ellerim nasır tuttu. Bu nasır ömrüm boyunca kalıcı mı, geçici mi bilmiyorum ama nasırlarımla da gurur duyuyorum. Nasırlarımdan kesinlikle şikayetçi değilim. Hayatımız bizim böyle...”

Koşullarından hoşnut olmasa da kırsal yaşamın dayattığı zorluklar Habip’in önüne koyduğu hedefi küçültmemiş. Sadece kitaplardan ve televizyon kanallarından görüp, bilgilendiği bir mesleği hedefliyor;

Onun başarısının “gölgesinde” kentli orta sınıflar olarak bizlerin ve daha da önemlisi çocuklarımızın otantikliğini “bitiren” bu düzeni Habip vesilesiyle bir kez daha düşünebilir miyiz?

"Bilimle uğraşmak istiyorum. “Bilim adamı olmak istiyorum” dediğimde yaşam koşullarımdan dolayı benimle dalga geçtiler. Ben de biyo-teknolojiye döndüm. 6. sınıfta bir öğretmenimiz bize “ülkenizi geliştirecek bir şeyler yapın” derdi. Öğretmenim sayesinde bilime çok merak duydum. Biyo-teknoloji uzmanı olmak istiyorum.
Bugünün aşınmış dünyasında, Habip, gelecekteki yaşamına yön verecek değerler sistemini de, bakın şimdiden nasıl tanımlamış;

“Asıl hedefim, ülkeme ve ülkemin insanlarına hayırlı bir evlat olmak. İleride seçeceğim mesleğimden elde edeceğim kazancın helal olması için çaba göstereceğim...”
Habip’in akademik başarının ötesine geçen “inşa” öyküsü bana Heidegger’in otantik olma/kalma kaygısını hatırlattı. Heidegger, modern dünyada içine “atıldığımız” ilişkiler ağının otantik olmayı giderek zorlaştırdığını, bireylerin birbirine benzemeye ve özgünlüklerini kaybetmeye başladığını söyler. Heidegger’in kent karşısında kıra yaptığı romantik vurgunun gerisinde de modern kent yaşamının birey üzerinde yarattığı tahribat vardır.

Bu yaklaşımı savunulması güç bir idealizm ve romantizm noktasına itmeden, bugünün kentsel yaşamının çocuklarımızı nasıl çevrelediğine kısaca göz atmakta yarar var. Bütün çabalarımıza rağmen, içinde yaşadığımız ortam (bizi bir yana bırakıyorum) çocuklarımızı otantikliğe olanak vermeyen bir standartlaştırmaya götürmüyor mu? Tüketim, kapsüllere hapsedilmiş eğitim, televizyonların desteklediği içi boş yarışmacılık çocuklarımızın elinden yeteneklerini ve yaratıcılıklarını birer birer almıyor mu? Bu durumu, çaresizlik ve kaygı içinde izlemekten öte bir şey yapabiliyor muyuz? Habip’in ellerindeki nasırın ucu çocuklarımızda göründüğünde, doktor doktor gezip, türlü merhem ve kremlere başvurmuyor muyuz?

İşte orada Habip, bunlardan görece uzakta, ama dışındaki dünyayı da farkında ve ondan kopmadan kendisine otantik bir yaşam inşa ediyor. Habip romantik değil; mesleği olarak gördüğü küçükbaş hayvancılıkla uğraşmaktan ve koyun gütmekten mutlu olmadığını ama nasırlarıyla da gurur duyduğunu söylüyor. Bu ücra köşede otantik kişiliğiyle Habip, kendi dışındaki dünyayı da belli ki yakından izliyor. Benim tam ne olduğunu bilmediğim geleceğin dünyasını temsil eden “biyo-teknoloji uzmanı olmak istiyor.

Söylediğim gibi, bu başarıyı açıklamak iddiasında değilim. Bununla birlikte, Habip’i Habip yapan en önemli özelliğinin otantik kalmayı başarması olduğu düşüncesindeyim. Onun başarısının “gölgesinde” kentli orta sınıflar olarak bizlerin ve daha da önemlisi çocuklarımızın otantikliğini “bitiren” bu düzeni Habip vesilesiyle bir kez daha düşünebilir miyiz?

Belli ki Habip düzenin dışında kalarak çok şey öğrenmiş; peki, geniş ekran televizyonla, dizüstü bilgisayar arasına sıkışmış bizler, Habip’ten bir şeyler öğrenebilir miyiz?