Diyanet’e, Türk-İslam'ın kurumsallaştığı 12 Eylül sonrası milli kimliği koruma görevi verilir. AKP döneminde, en kritik yılın 2010 olduğunu söyleyebiliriz. 2010 yılında getirilen yasal düzenlemeyle, Diyanet İşleri Başkanlığı genel müdürlük seviyesinden müsteşarlığa yükselir.

“Yetki alanlarının sınırları muğlaklaşıyor”

Yasin Durak

Son dönemde Diyanet İşleri Başkanlığı hakkında kapsamlı araştırmalar yapan Gazeteci-Yazar Burcu Karakaş ile Diyanet’in dünü, bugünü, geleceği hakkında konuştuk.

Geçtiğimiz aylarda yayımlanan “Biz Her Şeyiz” Diyanet'in İşleri başlıklı çalışmanızda Türkiye’de Diyanet İşleri Başkanlığı’nın tarihsel serüvenine ve kademeli olarak artırılan etkinliğine ilişkin oldukça detaylı veri yer alıyor. Okurlarımız için bu kurumun AKP öncesinden bugüne uzanan tarihindeki önemli dönüm noktalarını özetler misiniz?
Diyanet’in kuruluşunun başlı başına bir dönüm noktası olduğunu belirterek başlayabilirim. 1924 yılında kurulan “Diyanet İşleri Reisliği”nin görevi, “İslam dininin itikat ve ibadet alanıyla ilgili işleri yürütmek ve dini kurumları idare etmek” idi. 1935 yılında Teşkilat Kanunu çıktı. 1950 yılında kurumun ismi “Diyanet İşleri Başkanlığı” olarak değiştirildi. 1965’te “Diyanet İşleri Başkanlığı Kuruluş ve Görevleri Hakkındaki 633 Sayılı Kanun” kabul edildi. Bu kanun, kurumun yetkilerini ve örgütlenmesini genişletti.

O dönem anayasa hukukçusu Bahri Savcı’nın söz konusu kanuna tepki göstererek, “Türkiye’de Diyanet İşleri Başkanlığı artık Mustafa Kemal’in istediği üzere yalnızca ibadet ve itiyat isleri ile uğraşır, bu alan dışına çıkarılmamasını sağlayacak bir tayin ve denet usulü altına konmuş bir örgüt değildir” dediğini görüyoruz. Savcı, bu kanunla topluma dinsel yön verme faaliyetlerinde bulunma yetkisi ile milli kültürü bile din çerçevesinde inşa imkânı verildiğini söylüyor. Bir diğer önemli sene, 1982… Askeri darbeden sonra hazırlanan 1982 Anayasası’nda, 1961 Anayasası’ndaki “Genel idare içinde yer alan Diyanet İşleri Başkanlığı özel kanununda gösterilen görevleri yerine getirir” şeklinde olan madde, “Genel idare içinde yer alan Diyanet İşleri Başkanlığı laiklik ilkesi doğrultusunda, bütün siyasi görüş ve düşünüşlerin dışında kalarak ve milletçe dayanışma ve bütünleşmeyi amaç edinerek görevleri yerine getirir” olarak değiştirildi. Böylece Diyanet’e, Türk-İslam sentezinin kurumsallaştığı 12 Eylül sonrası milli kimliği koruma görevi verilmiş oldu. AKP dönemine gelindiğinde, en kritik yılın 2010 olduğunu söyleyebiliriz. 2010 yılında getirilen yasal düzenlemeyle, Diyanet İşleri Başkanlığı genel müdürlük seviyesinden müsteşarlık seviyesine yükseldi. Aynı zamanda birçok dinî hizmetin önündeki engeller kalktı ve iki sürekli kurula ilaveten 9’u genel müdürlük seviyesinde 14 hizmet birimi kuruldu. Diyanet personelinin özlük hakları iyileştirildi. Diyanet, kendi medya kuruluşlarını kurma fırsatı elde etti. 2010’dan sonra kurumun uluslararası faaliyet alanının da genişlediği görülüyor. Ve elbette 2016, yani darbe girişiminin gerçekleştiği sene de önemli bir dönüm noktası. Diyanet’in din görevlilerine gönderdiği mesajla ezan ve salâ okunmasını salık vermesi ve halkı darbeye karşı direnmeye çağıran notun okunmasını istemesiyle darbe girişiminin başarısızlığa mahkûm edilmesini sağladığı argümanı başta Recep Tayyip Erdoğan olmak üzere iktidar tarafından sıklıkla dile getiriliyor. Kurumun 15 Temmuz’dan önceki pozisyonuna geri dönmesinin mümkün olmadığı, “sınırlandırılamayacak bir boyut ve derinlik kazandığı” ifade ediliyor.

yetki-alanlarinin-sinirlari-muglaklasiyor-925612-1.
Burcu Karakaş

AKP dönemi boyunca yaşanan dönüşümlerle cami-dışı din faaliyetleri artırılarak artık açıkça toplum mühendisliğine koşulan Diyanet İşleri Başkanlığı’nın devasa bütçesi sürekli gündeme geliyor. Sizin çalışmanızda da bu hususa ilişkin bir kısım mevcut. Bu bütçe artışının kurumun daha fazla araçsallaştırılmasının da önünü açacağını düşünüyorsunuz. Bunu biraz açar mısınız?
Diyanet’in dev bütçesinin yaklaşık yüzde 95-96’sını personel giderleri oluşturuyor. AKP her sene Meclis’teki bütçe tartışmaları sırasında bu durumu özellikle belirterek, muhalefetin bütçe konusu üzerinden bir bardak suda fırtına kopardığını dile getiriyor. Burada sorulması gereken soru şu: Diyanet’in bu kadar personele ihtiyacı var mı? Siyasi iktidara göre var. Bunu da “toplumun Diyanet’in hizmetlerine ihtiyaç duyması” iddiasına dayandırıyor. Ancak bu oldukça muğlak bir ifade. Kime göre, neye göre ihtiyaçtan bahsediyoruz? Diyanet’in 2020 itibari ile personel sayısı 128 bin 534. Bu sayı 2006 yılında 81 bin. Sadece yurtdışı teşkilatında 423 personel görev yapıyor. Yurtdışı kalemine ayrılan bütçenin yetmediğini, Türkiye Diyanet Vakfı’nın 2020 yılında Diyanet’e bağlı 34 ülkedeki müşavirlik, ataşelik, koordinatörlük ve yöneticiliğe 535 bin 845 dolar destek sağladığını görüyoruz. “Büyük Türkiye” söyleminden yola çıkarak oluşturulmak istenen dış politika hedefleri, Diyanet’in artan yurtdışı faaliyetleri ve inşa ettiği camiler aracılığıyla hayata geçirilmek istendiğini de söyleyebiliriz.
“Toplumun ihtiyacı” konusuna geri dönecek olursak, iktidarın “ihtiyaç” ile ne kastettiğini açmak gerekiyor. Siyasi erkin Diyanet’ten bir talebi var, o da şu: Toplumsal sorunlara Sünni İslam perspektifinden çözümler üretmesi. Bu sorun, kadına yönelik şiddet, gençlerin dinden uzaklaşması, boşanmalar, ergenlik döneminde yaşanan sıkıntılar ya da hırsızlık vakalarının artması yahut daha başka birçok konu olabiliyor. Bu talebin karşılanması demek, kurumun faaliyet alanının genişlemesi ve dolayısıyla personel sayısının artması demek. Böylece Diyanet’in gündelik hayatta ve kamusal alanda daha fazla söz söyler hale geldiğini yani araçsallaştırıldığını görüyoruz. İktidar Diyanet’ten tam da karides yenmesinden “Günaydın” denmesine kadar her konuda kelam etmesini bekliyor. Ancak elbette sadece karides ya da “Günaydın” değil mesele… Diyanet tarafından basılan 4-6 yaş grubu din eğitimi kitaplarında, yalnızca İslam öğretisi değil, 15 Temmuz Darbe Girişimi ya da İstanbul’un fethinin önemi de anlatılıyor. Tuvalet eğitimini henüz tamamlamış çocuğun bu din dersinden, “Vatana karşı görevlerini bilir” kazanımıyla ayrılması bekleniyor. Bugün artık çocuklara, gençlere, ailelere ve kadınlara yönelik faaliyetlerini artıran ve bunu neredeyse “hayat-memat meselesi” haline getiren bir Diyanet ile karşı karşıyayız. Üniversitelerde örgütleniyor, televizyon kanalında kadınlara yönelik programlar yapıyor, sosyal medya düzenlemesine ilişkin fikrini açıklıyor. Her konu ondan sorulsun, her konuda söz söylesin istiyor. Her ne kadar cemaat ve tarikatlarla işbirliği sürse de, özellikle 15 Temmuz Darbe Girişimi'nden bu yana Sünni İslam konusunda danışılan ve dinlenen tek merci olmak istiyor. Siyasi iktidarın ona verdiği yetki ve cesarete dayanarak bu isteğini yerine getirmekte gayet başarılı. Siyasi alanın vazgeçilmez aktörlerinden biri haline geldiği artık herkesin malumu ama toplumsal etkisinin tartışılır olduğunu düşünüyorum.

Diyanet’in kadını çoğunlukla aile içinde konumlandırarak değerlendirdiğine ve özellikle toplumsal cinsiyet konusundaki dar havsalası ile açıktan yürüttüğü LGBTİ+ karşıtı nefret söylemine dikkat çekiyorsunuz. Türkiye’nin İstanbul Sözleşmesi’nden çekilmesi sürecinde Diyanet’in üstlendiği işlev neydi sizce?
Diyanet’in Türkiye’nin İstanbul Sözleşmesi’nden çekilmesi sürecinde bir işlev üstlendiğini söylemek öncelikle iddialı bir söylem. Ancak şunu rahatlıkla ifade edebiliriz. Sözleşmeden çekilme, AKP’nin aile odaklı politikalarının bir sonucu. Türkiye’de kadınlar güçlendikçe evdeki cefayı çekmemek adına boşanmaktan imtina etmiyor. Öldürülen kadınlara bakarsanız, çoğunun boşanan ya da boşanmak/ayrılmak isteyen kadınlar olduğunu görürsünüz. Öte yandan, sadece kadınların açtığı davalar neticesinde de değil, baktığınızda ülke genelinde boşanmalar artıyor. İktidar bunun pek tabii farkında. AKP iktidarı her sağ iktidar gibi, aileyi toplumun en kutsal birimi ve hatta milli birlik ve beraberliğin çimentosu olarak gördüğü için boşanmaların önüne geçmek istiyor. Boşanmaların önüne geçmenin bir yolu, kadını aile içine hapsetmek ve onu güçlendiren gelişmelerden geri adım atmaktan geçiyor. İstanbul Sözleşmesi, kadınları güçlendiren çok kıymetli hukuki metinlerden biri. Sözleşmenin feshi çoğunlukla bu gerekçeye yani kadınların güçlenmesini engellemeye dayanıyor. Peki, Diyanet ne yapıyor bu noktada? İşte burada kilit bir rol üstlendiğini söyleyebiliriz. Diyanet’in aile temasıyla gerçekleştirdiği sayısız faaliyet var. Birkaç seminer ismi sayayım: “Ailemin İletişim Dili”, “Yuvamız Merhamet Ocağı Olsun”, “Nikâh ve Sorumlulukları”, “Evlilikle Büyüyen Ailem”, “Ailede İffet ve Mahremiyet”, “Evlilik: Ahirete Uzanan Birliktelik”… “Kadının Aile İçindeki Hak ve Sorumlulukları”, “Evliliğe İlk Adım”, “Aile İçi İletişimde Kadının Rolü”, “Bilinçli Aile Mutlu Toplum”, “Ailede Mahremiyet Bilinci”, “Günümüzdeki Aile Sorunlarına Kur’an’daki Aile Örneklerinden Çözümler” ise Diyanet projelerinden bazıları. Evlilik seminerleri, aile okulları düzenliyor. Bu faaliyetler bir günde hayata geçmiş değil. 2010 yılından bu yana aileye yönelik etkinliklerin sayısının arttığını görüyoruz. Gençler evliliğe teşvik ediliyor, kadınlara aile içinde sabırlı olmaları telkin ediliyor, kocalara “Eşinizi döverseniz sizden boşanır. Dövmeyin, merhamet edin” minvalinde söylemlerde bulunuluyor. Aile fertleri aile içindeki sorunlarını çözmek adına müftülüklere bağlı faaliyet gösteren Aile ve Dini Rehberlik Bürolarına yönlendiriliyor. Yani Diyanet’in aileyi odağına alan çalışmalarının, İstanbul Sözleşmesi’nin feshiyle amaçlanan hedefe hizmet ettiğini söyleyebiliriz.

yetki-alanlarinin-sinirlari-muglaklasiyor-925613-1.

Çalışmanızda Diyanet’in laik bir devlet yapılanması içinde hukuk devletinin sunduğu hakları İslami referanslarla yeniden tanımlama konusundaki ısrarına dikkat çekiyorsunuz. Sizce laiklik ekseninde düşündüğümüzde bu ısrarın sonuçları neler olabilir?
Bu ısrarın sonuçlarına gelmeden önce şunu soralım: Laik bir devlette, varlığını vatandaşın vergilerine borçlu olan bir kurumun toplumsal sorunlara dini çözümler üretmesinde neden ısrar ediliyor? Diyanet İşleri Başkanlığı, örneğin, kadına yönelik şiddetin çözümünde diğer aktörlerle beraber paydaş olabilir ancak neden kadına şiddet gibi politik bir meseleyi İslam’ı referans alarak “merhamet” ile çözme iddiasıyla binlerce broşür, kitap, dergi basıyor, televizyon programı yapıyor, seminer ve paneller düzenliyor? Şiddet gören bir kadından neden polis ya da savcılığa değil, müftülüğe gitmesi bekleniyor? Nedeni, Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş’ın gündemi sarsan son sözlerinde saklı. Dinin, eve, ticarete, siyasete, yargıya yansıması isteniyor. Sadece Diyanet’in son 10 yılına bakıldığı zaman bunun planlandığını ve bir süredir de daha sıkı bir biçimde hayata geçirildiğini görüyoruz. Psikolog olmayan KYK yurtlarında görevli din personelini başka türlü nasıl açıklayabiliriz?

Diyanet’in her geçen yıl artış gösteren faaliyetleri siyasi iktidar tarafından arzu edilen toplumsal değişime ivme kazandırma amacıyla yapılıyor. Kimi faaliyetler uğruna uzun süredir hukuk ilkeleri göz göre göre çiğneniyor. Din ve devlet islerinin iç içe geçmesiyle yetki alanlarının sınırları muğlaklaşıyor. Öğrenciler, Milli Eğitim Bakanlığı tarafından basılan fen kitaplarında yağmurun neden yağdığına ya da yerçekimi kanununa dair bilimsel açıklamalar okurken, Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından hazırlanan kitaplarda yağmurun ve yerçekiminin “kader” olduğunu okuyor. Yani iki devlet kurumunun aynı konuya dair iki ayrı öğretisi olduğunu görüyoruz. İşte bu ikiliğin ortadan kalkması ve belki de artık sadece “kader” öğretisinin yürürlükte olması isteniyor. İçinde yaşadığımız “yeni normalde” Diyanet’in konumu güçlenirken, işbirliği yaptığı kamu kurum ve kuruşlarının bir kısım yetkileri gaspa uğratılıyor. Devlet bütçesi belli bir tanımı olmasa da sürekli olarak dile getirilen “toplumun dini ihtiyaçları” uğruna Diyanet için harcanıyor.

Kamusal alanı din ile dizayn etme yönünde atılan adımlar karşısında muhalefetin çıkardığı sesin çok zayıf kaldığını da söylemek lazım. İktidarın laiklik ilkesinden vazgeçme konusundaki ısrarının olası sonuçlarını konuşmak yerine, bu ısrarın mevcut sonuçlarının farkına varmak ve ona göre hareket etmek gerektiğini düşünüyorum. Basına ara sıra yansıyan skandal açıklamalar buzdağının sadece görünen kısmı. Diyanet’in faaliyetlerini mercek altına alarak ne yapılmak istendiği çok rahat anlaşılabilir. Bu noktada, laikliği savunan toplumsal dinamiklerin “Laiklik elden gidiyor” söylemi üzerinden değil, KYK yurtlarındaki manevi danışmanlık hizmetleri, aileyi odağa alıp kadını görmezden gelen çalışmalar, Diyanet’in gençlik örgütlenmeleri, 4-6 yaş din eğitimi kapsamında yapılanlar gibi somut gelişmeleri masaya yatırarak ortaya çıkacak tablo üzerinden politika üretmesi gerektiği kanısındayım.