“Doktrinimiz, eylemimizdir”. Bu söz Mussolini’nin. Adam diyor ki, yapıp ettiklerimizi fikir bazında temellendirmekti, ahlaken meşrûlaştırmaktı, yok öyle şey bizde; gücün yetiyorsa, sen de koy eylemini, devir bizi; yok, gücün yetmedi, o zaman da kıstırırsın kuyruğunu, kesersin sesini…

Adamın ruh kardeşi ise bizde: “İşte” diyor, “tıpış tıpış geldiler” veya “tükürdüklerini yaladılar”; BDP’lilerle CHP’liler için. Marifet sayıyor, 9 milletvekilini zindanda tutup, üstelik birinin de milletvekilliğini resmen çalmayı.

Kendisi için önemli olan, neyi dayattığı değil, bizatihi dayatmak; ama, faşist diktatörlüğün kuralı da tam tamına bu. Zaten kendisi dememiş miydi ‘öfke de bir hitabet sanatıdır’ diye: Ne söylersen söyle, haklı haksız, doğru yanlış, mantıkî ya da saçma; yeter ki öfkeyle söyle; karşındaki ürksün yılsın; göçle, işsizlikle, açlıkla çaresizleştirilmiş kitleler de bir keramet var sansın söylediklerinde, “o kadar öfkeyle söylediğine göre mutlaka haklıdır” deyip de. Karizma dedikleri şey de zaten tam tamına ‘atfedilmiş keramet’tir, şeyh uçmaz müritleri uçurur misali.

Erdoğan’ın dayatmaları deyince, ilk aklıma gelen hep ÖSYM başkanı oluyor. Adamın yaptığı her sınav, bir skandal; ama inatla yerinde tutuluyor. Başta akıl ve izan, her türlü insanî değere meydan okurcasına, daha doğrusu meydan okumak üzere; Caligula’nın en sevdiği atını konsül ilân edip bütün senatörleri karşısında selama durdurtması misali. Ayrıca, Erdoğan’ın Ali Demir’i, değil çok sevmek pek tanıdığını bile sanmıyorum: Maksat, ‘saçma’yı bile insanlara dayatma gücüne sahip olduğunu göstererek herkesi yıldırıp sindirmek. Bu arada daha önce ÖSYM başkanı olan onurlu adamın istifasına yol açan toplu kopya/sızdırma olayından hiçbir haber yok: MİT, yeni patronunun elinde gerçekten ‘iyi’ çalışıyor; biliyorsunuz adam Amerika falan da görmüş.

“Ananı da al git” de, aslında metodik dayatmanın bir parçası. Jargon, ‘bitirim’ jargonu; ancak arkanda yüzlerce koruma, etrafında binlerce polis, elinde ise devletin bütün gücü varken basit bir vatandaşın üzerine gidip hakaret etmek, bitirimin en bitmişinin bile raconuna uymaz. Ama zaten dedik ya, Erdoğan’ın karizması da ‘en olmaz’ı yapmasına dayanıyor, hiçbir şey olmamışmış  gibi: Uludere’de katliam yapıyor kendi kuvvetleri, o Esad’ı gayri meşrû ilân ediyor katliamcı diye; “benim polisim kadın çocuk dinlemez” talimatı üzerine bir haftada 8 çocuk öldürülüyor, ama olsun, o Şimon Peres’e hâlâ “siz insan öldürmeyi iyi bilirsiniz” diyebiliyor.

Kenan Evren ile Şahinkaya’yı yargılatması da, Habur’un genişletilmiş versiyonu: İnsanların acılarını, hasretlerini, uktelerini sömürmeye yönelik çadır mahkemeleri. Mer’î hukuku çiğneyen sözde atıfetler (favör, kıyakçılık) üzerinden ‘istisna durumu’na karar verme yetkisini kendi tekeline alma manevraları bunlar; daha sonra sahneye konulacak her türlü melaneti peşinen meşrûlaştırmak üzere: “Liderimin talimatıyla geldim” diyen gerillayı ‘etkin pişman’ diye salıp daha sonra örgüt propagandasından içeri atan, aynı hakimler.

‘Darbecilerden hesap soruyorum’ ayakları, gerçekten utanç verici; ayrıca, çok büyük nankörlük: %10 barajı sayesinde, seçmenin sadece %26’sının oyuyla Meclis’in %65’ini kapatıp devleti en yukarılarından itibaren ele geçirme fırsatını bulduysa;  göletinde, madeninde, tersanesinde veya imalathanesinde her gün aşağı yukarı yarım düzine taşeron işçisi ölürken kendi pek kıymetli evlatları gemicik sahibi olabiliyor, ‘Rabıta/CIA‘ şebekesi çerçevesinde zorunlu din derslerini zındık/ateist/zerdüştî avına dönüştürüp ‘ucube’lerden temizlediği topraklarımızı emperyalistlere peşkeş çekebiliyorsa, bütün bunları görünüşü askerî, özü ise Özalî 12 Eylül rejiminin dayattığı düzenlemelere borçlu.

Ama yine de Allah’tan ümit kesmemek lazım: ‘Yetmez ama, evet’çileri bile yaratabildiyse, Türkiye’yi de pekâlâ salâha kavuşturabilir.