Yetmişlik yazarın itirafları

Bu kaçıncı esaret artık unuttun; bir cendereyle doğuyoruz, önceden kesilmiş hükümler var, yoksulluk, yeni yeni kendine gelmeye başlayan bilincimizi çevreleyen dikenli teller evle, evlerle başlıyor, yasaklar dünyasıyla yani, orada boyun eğmenin kutsallığı, kurtarıcılığı sert ya da yumuşak, kimi zaman yoğun sevginin gücüyle, bir şekilde biçimlendirir seni; sonra nasıl düşünmek gerektiğini öğrettiklerini zanneden düşünmeyi hiç bilememiş, nereden bilsinler onlar da o sıralardan geçmediler mi, öğreticilerin çizdiği sınırlar başlıyor; berbattır, üstümüze boca edilen sular soğuksa yeteri kadar uyanır gibi oluyoruz, ne anlatıyor bu daha baştan yıkık, daha baştan yenilmiş insanlar, neden hep tüm kusurları sisli bir örtüyle gizleyen o erkek diliyle konuşup duruyorlar, bilmiyoruz daha, daha vakit var; sonra her nasılsa iş ve kitapla karşılaşıyoruz, iş anlattıkları ve kitap umduğumuz gibi çıkmıyor, hayal kırıklığı ile demir dövüyor, Hz. Ali’nin “Hayber Kalesi Cengi”ni okuyoruz cüzler halinde, Barbaros’un, Turgut Reis’in, Türk korsanlarının Akdeniz’deki serüvenlerinden aklımızda kalan yalnızca o müthiş yiğitlikler, yenilmezlik gibi şeyler oluyor, yenilmezlik iyidir...

Sonra yenilenleri görmeye başlıyoruz mahallede; neden hepimiz o korsanlar gibi değiliz ki, hikâye aslında bizim hikâyemiz uzayıp gidiyor, bir yerde nasıl olduysa yoksulluğun payı olabilir ya da tuhaf rastlantıların “dünya böyle değildir, böyle olmamalı herhalde” gibi bir fikir dürtüyor omzumuzdan, yeni boğulmalara yelken açıyoruz neyse ki; arada “Küçük Prens”le insan olmak üzerine nahif duygular okşarken ruhumuzu, “Bulantı” diye bir kitap tutuşturuyor elinize aslında ne yapmak gerektiğini tam bilemeyen “duyuyorum ama anlatamıyorum” diyen birisi, okuyorsunuz deliler gibi, arkası geliyor, yutup yutup kusuyorsunuz kitapları, her yerden fışkırıyorlar çünkü, o bütün kitapları akıllı akılsız yayınevlerinin; sonra yine bir başka düşler içinde komünist diyorlar bir şairi büyük Nâzım’ı keşfediyorsunuz, “suyun şavkı vuruyor bize, çınara, bana, kediye, bir de güneşe” diyor, “önce kedi gidecek, kaybolacak suda sureti/sonra ben gideceğim, kaybolacak suda suretim/sonra çınar gidecek, kaybolacak suda sureti/sonra su gidecek güneş kalacak, sonra o da gidecek...” diyor sonra, ne diyor bu adam, sen de gidiyorsun sonra, kayboluyor suda suretin...

Hikâyenin sonu yok

Bu hikâyenin sonu yok bildiğiniz gibi; bu kaçıncı esaret unuttuğunuz, bir kitap yazdınız belki, orda burda duyduklarınızı hafızanıza yerleşsin diye, kitabı hikâyeyi gerçek kılmak için aklınızın erdiği kadar, bilincinizin uyandığı ya da uyardığı kadar bir şeyler yapmaya kimi zaman büyük bir özgürlük kimi zaman baş edilmez “beni neden kimse dinlemiyor” duygusuyla giriştiniz; sonra hayat hep sonralardan oluşur zaten ve zaman akıp giderken yaşlanırsın sen de, ama dur daha var o sınır yaşına, 65’e...

O günlerde zaman mekân meselelerine takmıştın, takmasan iyiydi ya takarsın o yaşlarda takılır insan, kurtuluş yoktur; sonra seni alıp kapalı bir yere koyarlar, bu kaçıncı diye sormamayı öğrenememişsindir daha, işte orada öğrenirsin artık, kapalı yerler okumak, öğrenmek, yürümek ve yaşlanmak için birebirdir, sen de işte artık öğrenirsin kapalı mekânları, mekânların parmaklıklarını ve akşamları büyük bir gürültüye üstüne kapanan metalin gıcırtısını; çıkarsın sonra bir gün, dışarda hayat devam ediyor derler ve bakarsın, bu nasıl bir gürültü bu nasıl bir özgürlük ey insanlar, ama burası benim bildiğim eski, eskitilmiş, eskiden benim olan mekân değil mi, orası evet, senin mekânın, ama sen buna şükredecek ve belki de “ey özgürlük” diye şarkılar söyleyecek, iki kadeh rakıyla kutlayacaksın bu tuhaf özgürlüğü; değmez mi, değer...

Demir kapının gıcırtısı

Sonra seni yine çağırabileceklerini biliyorsun, çağıracaklardır, hesap tutmamıştır, tutmaz bir türlü biliyorsun; hikâyenin sonunu da sen ve senin eski, eskimeyen arkadaşların getireceksiniz, başlarsınız yeniden yazmaya, çizmeye, yürümeye, sokaklar meydanlar dolar taşar, hayal kırıklıklarını, mutluluklar, sevinçler, hüzünler, inatlar izler; o sınıra doğru yaklaştığın yıllarda senin için değişmiş olan ve artık başka bir gözle, yeni gözlüklerle, çünkü öyle olur eskir gözlükler gözlerle birlikte, okumaya başlarsın yeniden o kitapları; işte bir kere daha değişir dünya, sen de değişirsin, inadın yerinde kalmışsa eğer, eski umutları saklamayı başarabilmişsen, değişirken saf değiştirmemişsen, yeniden okuduğun, en çok sevdiğin kitaplar sana heyecanlar yaşatırken, Gonçarov değil de romanın kahramanı Oblomov çelmemişse aklını, sakallı Magripliyle, Marx’la arkadaşının, onların arkadaşlarının eskiden o eski gözlükle okuduğun kitaplarını yeniden okursun; anlam da anlamak da değişmiştir, ama şu yeryüzünde henüz değişmeyenleri bunca zamandır gördükçe sen, geç kaldık duygusuna kapılırsın, inat neyse ki seninledir; sonra yeniden girersin o kapanırken metal kapının gıcırtısı kulakları tırmalayan kapalıya, ama dur, sen nasıl oldu da o sınırı o 65 yaş sınırını aşıverdin ki...

Maskeli balo

Sonra 70’ini kapalıda ne diyorlar “idrak eder” yine çıkarsın dünyanın ortasına, ama işte sürprizlerle doludur o dünya, bak insanlara, hepsi maskeli balodaymış gibi örtmüşler yüzlerini maskelerle; o büyük küresel, biliyorduk aslında felaketler bundan sonra küresel olacaktır, o küreselin merkezlerinden gelecektir, gelmiş işte, pandemik diyorlar ya, onu diyorlar; sonra ülkenin artık başları iyice belaya sarmış egemenleri, sizin kapalıya girmeden önce yazıp durduğunuz, gruplarınızla söylediğiniz, açlık grevlerinde ölerek yaktığınız türkülerde anlatıldığı gibi insanlar umutla umutsuzluk arasında, inatla, dirençle yaşarken, ekonomisi bitmiş tükenmiş, yoksulluğun tariflere sığmaz olduğu bu güzel ülkeyi yönetmekte zorlanırken, korku da kentlere iniyor böyle zamanlarda işte; bir süre önce sizler kapalıdayken denenmiş, başarısı saptanmış yöntemlerle “evlere evlere” diye bağırıyor, her kafadan başka bir sesin çıktığı Bilim Kurulu’na sırtını dayamış siyaset adamları; insanlar yani bizler de bilime saygılı insanlar olarak evlere giriyoruz, bir kere eve, evlere girince, çıkmak müşkül oluyor ve siz, sen, akranların, akranlarınız bu kez kendi evinizde giriyor ve çıkamıyorsunuz o kapalıdan; itiraz boşunadır, kendi rızanızla, geçici olduğunu söylenerek kandırılmış, daha doğrusu korkutulmuş olsanız da kapı, sizin kendi kapınız kapanıyor üstünüze; şaşılacak şeydir, o kapalının ağır demir kapısının metal gıcırtısı geliyor sizin kendi evinizin kapısından da...

***

Öfkelisiniz, burnunuzdan çıkıyor öfkenizin ateşi; orada kapalıda diyordunuz ki, “beni buraya siz tıktınız ve size rağmen özgürüm ben burada, alamadınız işte özgürlüğümü elimden”, ama ne yazık, ne acı ki şimdi böyle sözler çıkmıyor ağzınızdan, çünkü siz de “suç ortağı” oldunuz, kendi özgürlüğünüzü kendi elinizle kendi rızanızla teslim ettiniz, artık size iyice batmaya başlayan o berbat kelimeyle kendi rızanızla oldu her şey, ne yapacaksınız, bilemiyorsunuz...

İçinizden gelen ses şöyle diyor sessizce...

Özgürlüğümü tuhaf, korkutucu sanki hep uzayacakmış gibi duran o günahkar “rıza” kelimesiyle ve tarihten hortlayıp çıkmış “istisna” ile elimden almanın müthiş hikâyesini yazmayı başardınız; ben de boyun eğmenin büyük utancıyla diyorum ki şimdi, sokaklarında kendimizi bulduğumuz zaman ve uzamın müthiş hareketi, varlığı yani, kapıyı açar, açacaktır ama bir kapı açılınca kapanmaz mı o kapı kapatanın üstüne...

“Kapansın el kapıları yok edin insanın insana kulluğunu” dememiş miydi şair?