Tomar tomar, tel raflara dizilmiş pazar gazetelerini karıştırıyorum. Lüzumsuz aksesuar niyetine bir yığın ek… Manşetleri, uykudan

Tomar tomar, tel raflara dizilmiş pazar gazetelerini karıştırıyorum. Lüzumsuz aksesuar niyetine bir yığın ek… Manşetleri, uykudan arınmış gözlerle tararken bir yandan da pazar sessizliğinin hâkim olduğu çevreyi kolaçan ediyorum. Bir hayli tenha olan durakta birkaç genç kadın bildiri dağıtıyor. Bir bildiri de bana veriyorlar. Daha sonra okumak üzere, kadın söylemini cebime koyuyorum. Genç kadın buruşturup çöpe atanlarla, katlayıp cebine koyan arasında bir fark yokmuş gibi bakıyor bana. İçim rahat gülümsüyorum. Gazetelerimi alıp ağır ağır yürüyorum.. Bülbül Sokağından geçip Sırçınar’a, sabah kahvesine gidiyorum. Bülbül Sokağı, üzerindeki evlerin pencerelerinden komşuların birbirleriyle lakırdı dahil her türlü alışverişi yaptığı dar bir sokak. Eğri büğrü kaldırım taşları sokağın ortasına doğru belli bir meyille rast gele dizilmişler. Duvar kenarlarında otların bittiği, kapı artlarında dertlerinse hiç bitmediği bu coğrafyanın yüzlerce sokağından biri işte. Lakin, adının bülbül olduğuna bakıp ta kimse bülbül şakıması beklemesin. Bülbüllerin görevini bu sokakta kadınlar ve çocuklar üstlenmiş durumda. İşte yine kadınlar kapı önü sohbetine çoktan başlamışlar bile.. Taze dem çayların dumanı titreye titreye sokağın içinde yükselirken, Nurhayat Teyze her daim sırtında taşıdığı söz bohçasını yıkmış sokağın ortasına. Gümüş Nene ve Teze Hacer kafa kafaya vermiş kim bilir kimi çekiştiriyorlar. Tekir kedi yoğun bir dedikodu kokusu almış olacak ki usulca bir kenara ilişivermiş. Çocuklar yine Tozlu Nesibe’ye sataşıyorlar. Mahallenin zavallı delisini daha da delirtmenin her yolunu deniyorlar. Tozlu Nesibe aklın hegemonyasından kendini kurtarmış zararsız bir kadıncağız. Tozlu lakabının tam aksine her zaman temiz pak dolaşır. Tek korkusu elbiselerinin kirleneceği, tozlanacağıdır. Bu korku onda takanak haline gelmiştir. Çocuklar ardından koşturup tükürür gibi yaptıklarında, bunu gerçek olarak algılar ve işte o zaman çıldırır. Kaptığı taşı Allah yarattı demez yollar… Mahalle esnafı daha sabah dükkânını açarken ortaya çıkverir Tozlu Nesibe. Dükkânlara bir bir girip duvar takvimlerinden bir önceki günün yaprağını yırtıp alır. Başlayan günü, her yeni günün bir umut olduğunu, tarihi anımsatmak onun görevidir. Esnafta, güne onunla başlamayı kendince uğur sayar ve Nesibe’nin cebine üç beş kuruş sıkıştırır. Nesibe asla avuç açmaz, ama cebine konan kuruşları da ret etmez. İşte yine o sabah cebindekilerle birkaç simit almış olan Tozlu Nesibe ardındaki çocuklara birkaç taş yolladıktan sonra kapı önü sohbetine yanaşıyor. Dumanı tüten çayda onunda nasibi var. O da elindeki birkaç simidi paylaşıyor mahallenin kadınlarıyla. Ben sokaktan geçerken kadınların sesi alçalıyor. Selamlaşıyoruz.
Meydandaki koca çınarın altındayım. Şiktan’ın yanık türküsü neredeyse tamamen boş olan Sırçınar’dan dışarı taşıyor. Ciroz Berber’in makas şakırtısı türküye karışıyor. Ciroz  müşterisi olmayan dükkânda müşteri varmış gibi makas şakırdatıp, söyleniyor... Mahallenin Tekir kediside peşim sıra gelmiş. Koca çınarın altındaki masaya işliyorum. Bacaklarım arasından sürtünerek geçip ağacın dibine kıvrılan tekir kediye sesleniyorum;
“Anlat bakalım Tekir! Bülbül Sokağından ne dedikodular topladın.”
“Sorma !” diyor Tekir, “Dedikodu değil, dert dinledim sadece. Mahallenin derdi büyük. Belediyede çalışan Balta Süleyman’ın dediğine göre yakında Mahalle filan kalmayacakmış. Anlayacağın bizim mahalleyi de Türkiye gibi tarumar edecekmiş bu diktatörler.”
Nurhayat Teyze; “Betonların içine tıkıp koparacaklar bizi bizden” diyor. Teze Hacer AKP’liydi. TEKEL direnişine katılan kız kardeşiyle birlikte yaşadıklarından sonra bir de bu ‘kentsel dönüşüm’ zırvası adı altında yeni bir yıkım daha yaşıyor. Şimdi müthiş öfkeli; “Oysa ne umutlar beslemiştim. Müslümandırlar, temiz adamlardır diye düşündüydüm. Sonra Adalet ve Kalkınma kulağımıza fısıldanan güzel sözcüklerdi. Meğer her zaman iki güzel söz yan yana gelince daha güzel bir şey ortaya çıkmıyormuş. Hatta felaketimiz bile olabiliyormuş. Tıpkı su ve çiçek sözcüklerinin yan yana gelmesi gibi...”
Sabah kahvesini, köpüğüyle, ocaktan masama taşıyan Şiktan’a dönerek; “Şiktan, ne diyor bu sokak kedisi böyle? Mahalleyi yok edeceklermiş, öyle mi?”
“Azrail gölgesiz dolaşırmış hocam. İşte bunlarda Azrail gibi dolaşıyorlar içimizde. Öldürecekler, hem mahalleyi hem mahalleliyi.”
“Peki, ne olacak şimdi?”  diyorum saf saf... Tekir hemen lafa karışıyor; “Muhtar Neriman direneceğiz, kuzu kuzu uzatmayacağız boynumuzu, diyormuş.”
Kadınları toplamış dün. Hep birlikte karar almışlar direnmek için. Hacının karısı Gönül, “Devletin işine karışmak olmaz. Ayıptır, günahtır. Hem biz kadın kısmısı zayıfız kullarız direnemeyiz” deyince bir kısmı karasız kalmışlar. Gümüş Nene; “Çocuklar, kararsızlık üvey evlat muamelesi görür; elini yıkamazsa pis, yıkarsa suyu harcıyor olur. Biz bu memleketin üvey evlatları değiliz Hakkımızı arayacağız illaki” deyip en önde yer almış seksen yaşında. Yani kolay kolay yıkamazlar mahalleyi…”
Kahvemi yudumlarken gazetelere bakmak hiç içimden gelmiyor. Yurdun dört bir yanı tarumar edilip, yıkılıp, yağmalanırken, TEKEL, TARİŞ mahalle direnişleri derken aklıma Şanal’ın milenyum şarkıları geliyor, dörtlük dilimde masaya dökülüveriyor o an;
Yırtıcı kuş yumurtanın içinde
Yumurtanın kabuğu çelikten katı
Gagasının darbesiyle bir kırsa
Başlayacak göklerin saltanatı….