Bu yazı yayımlandıktan bir kaç hafta sonra, yani Maya takvimine göre dünyanın sona ereceği düşünülen 2012 yılı biterken...

Bu yazı yayımlandıktan bir kaç hafta sonra, yani Maya takvimine göre dünyanın sona ereceği düşünülen 2012 yılı biterken, Kazakistan’daki Baykonur Uzay Üssü’nden yörüngeye bir haberleşme uydusu fırlatılacak. Bu uydunun dünyanın yörüngesini metal çöplüğüne çeviren sayısız uydudan küçük bir farkı var: Echostar XVI adlı araç, Amerikalı sanatçı Trevor Paglen’in The Last Pictures (Son Resimler) adlı son projesini de taşıyor olacak.

 ‘Mavi gezegenin etrafında dönüp duran şu ölü makineleri yapan varlıklara, yani insanlara ne olduğuna dair bir hikaye anlatmak’ derdiyle tasarlanan bir sanatsal edim olarak TLP, üzerine insanlık tarihinden 100 fotoğrafın nano versiyonlarının işlendiği silikon bir diskten oluşuyor. Altın kaplama bir kapağın altında en az bir kaç milyar yıl bozulmadan kalması beklenen bu materyal, insan ırkı yok olduktan sonra yolu galaksinin bu tarafına düşecek uzaylılara insanların bir zamanlar nasıl bir uygarlık kurduğunu anlatacak. Lascaux Mağarası’ndaki tarihöncesinden kalma duvar resimleri, Japonya kıyılarında görüntülenen bir tsunaminin dev dalgaları, ABD’de çiftlik evlerini yutmak üzere gelen bir kum fırtınası, Ermeni Soykırımı’nın kıyısından geçmiş bir grup kız çocuğunun Yunanistan’ın Maraton kıyılarında deniz kıyısında oynamaları, Troçki’nin otopsi sırasında çıkarılmış beyninin fotoğrafı gibi görünürde bağlantısız ama aslında diyalektik ağlarla sıkı sıkıya birbirine bağlı 100 imaj...

Projenin araştırma asistanı Katie Detwiler, fotoğrafları seçerken özel bir mesaj ya da anlam yaratmak için uğraşmadıklarını -tam da bekleneceği gibi!- söylüyor. ‘Tam da bekleneceği gibi’, çünkü biliyorsunuz, bugün içinde çırpınıp durduğumuz bu postmodern bataklıkta anlam üretiminden daha büyük günah yok! Oysa tabii ki bu ‘sanat işi’yle de bir anlam üretiliyor, hatta açıkça mesaj veriliyor. Bağlamdışılıkları bir yana, şu yukarıda saydığım karelerin insan uygarlığını tanımayan uzaylılara ne diyeceği şimdiden belli: Geldik, gördük, mahvettik, mahvolduk, gittik!

 Bu haliyle Paglen’in fazlasıyla melankolik projesi, ‘iş’in çalışanları ne derse desin,  henüz yörüngeye oturmadan ‘mahrumiyet imgeleri’nin zirvesine yerleşmiş oldu.

‘Mahrumiyet imgeleri’ dediğim şey aslında elektronik müziğin devi Karlheinz Stockhausen’in 11 Eylül saldırıları hakkında “Bugüne kadar gerçekleştirilmiş en büyük sanat eseri” demesine yol açan o acayip karanlık çarpılma etkisinin, o postmodern melankolinin, kısaca ‘yıkım estetiği’nin bir alt başlığı olarak değerlendirilebilir. Bu estetiği ve mahrumiyet imgelerini hayatımıza sokan ‘zamanın sonu’ duygusudur. 20. yüzyılın son çeyreğinde –’68 eylemlerinden hemen sonra, ‘70lerdeki inanılmaz sağcı tırmanışla birlikte- başlayan, Sovyetler Birliği’nin yıkılmasının ardından belirginleşen ‘zamanın sonu’ duygusu önümüze hep ‘maddi çöküş’ görüntüleriyle getirildi. Dünyayı mahvedecek meteorlar -Deep Impact (1998),  Armageddon (1998); kara ve denizdeki doğal afetler -Twister (1996), Dante’s Peak (1997), Volcano (1997), Perfect Storm (2000);  iklim değişiklikleri ve küresel felaketler -The Core (2003), The Day After Tomorrow (2004); insan nüfusunun önemli bir bölümünü yok eden salgın hastalıklar -Outbreak (1995), Carriers (2009), Contagion (2001); insan ırkını zombiye veya vampire dönüştürerek bitiren virüsler -28 Days Later...(2002), 28 Weeks Later (2007), Resident Evil serisi , Rec (2007) ve I am Legend (2007); insan uygarlığının en önemli sembolü olan kentlere saldıran tuhaf canavarlar -The Host (2006), Cloverfield (2008); istilacı uzaylılar -Signs (2002), War of the Worlds (2005), Invasion (2007), Monsters (2010), Cowboys and Aliens (2011), The Darkest Hour (2011); Lost bu hafta başlayan cnbc-e dizisi Revolution; sizi okurken, beni yazarken bunaltacak kadar çok örnek, hem de çok kısa sürede… ‘Resmi’ paranoya dönemi olmasına rağmen, kitleleri bilinç ve bilinçdışı düzeyde tedirgin etme konusunda bu kadar film Soğuk Savaş döneminde bile yapılmamıştır! Bir de bunlara dinazorların yok oluşuna dair daha önce olmadığı kadar çok belgesel ve çizgi filmi; başka hikayeler anlatan ama fonda yıkım estetiğini ve mahrumiyet görüntülerini kullanan Children of Men (2006), Twelve Monkeys (1995), Pontypool (2008), Blindness‘ı (2008); ‘zamanın sonu’ duygusunu adını da koyarak perdeye taşıyan Melancholia’yı (2011) ekleyince tablo daha da netleşiyor.

Bu filmlerde somutlaşan yıkım estetiğinin başlıca görsel malzemesi artık kimsenin yaşamadığı yıkık dökük metropoller, kullanılamaz hale gelmiş modern teknoloji ürünü aygıtlar, yerle yeksan olmuş büyük anıt ve sembollerdir…

Belki Paglen ve ekibi farkında değil ama, yaptıkları postmodern sanat çalışması ‘The Last Pictures’ tıpkı felsefi, ideolojik ve antropolojik konumlanışını bir sonraki yazıda tartışacağımız bu yıkım estetiği ve mahrumiyet görüntüleri gibi, uzaylılara değil dünyalılara yönelik anlam üretiyor ve açıkça mesaj veriyor. Diyor ki: 1. İnsan türü son derece kırılgan ve acizdir. 2. Elimizdeki teknoloji faydasız, çoğu zaman da zararlıdır. Ve bu son aşamada onunla yapabildiğimiz tek şey, ölümlülüğümüzü ve yıkımımızı tekrar tekrar belgelemektir.