Daha yeni tatilden dönmüş, şimdi yanan o ormanların içinde yürümüş, balıklarla birlikte o denizlerde yüzmüşken… Milyonlarca ağacın göz göre göre yandığı, yanan ağaçların karşısında bir şey yapabilmek için çırpınan yöre insanının çaresizliğine ve öfkesine tanık oldukça… Bir taraftan katliamlar, bir tarafta kaybolan genç kadınlar ve cinayet haberleri… Daha önce maske var mı yok mu tartışılırken, şimdi de uçak var mı yok mu tartışmasına tanık olmak… Sürekli tekrarlayan bu örüntü, bize aynı şeyi söyleyip duruyor: Pek çok şey için çok geç olsa da, ağaçlar, kuşlar ve ırmaklar hatırına, mış gibi yapmayı bırakıp ülkenin bütün güzel ve iyi yürekli insanları, bir araya gelin!

RILKE’NİN HÜZNÜ

Kurgusal bir hikâye vardır Freud’la ilgili, güya Rainer Maria Rilke ve Lou Andreas Salome’yle birlikte Dolomit dağlarına tatile gitmiştir. Freud, Rilke’nin doğanın güzelliğine hayran kalsa da zevkini çıkaramadığını görür, şaire göre bütün bu güzellik, insanın elinden çıkma bütün güzel ve muhteşem şeyler gibi yok olmaya mahkûmdur ve bu ona dayanılması zor bir hüzün veriyordur, zamanın bütün bu güzelliklerle birlikte geçip gitmesi… Gördüğü bütün bu güzellikler, ağaçlar, ırmaklar, doğa, bir gün yok olup gidecektir. Hakikaten de bu kurgusal hikâyeye göre, bu seyahatin hemen ardından I. Dünya Savaşı çıkar ve bütün o güzel doğa yakılarak yok edilir. Freud, ölüm karşısında insanın iki türlü tepki vereceğini söyler: Biri, Rilke gibi acı verici bir umutsuzluğu kucaklamak, diğeri aşikâr olan gerçeği inkâr etmek. Bugün yaşamın her alanında yaşanılan bu yıkım, insanları bu iki tercih arasına sıkıştırmış gibi görünüyor. Ama doğru olan, ikisi de değildir Freud’a göre. Rilke ve Salome, Freud’a göre “yas’a başkaldırdıkları” için, bu umutsuzluğu ve hüznü yaşarlar. Yas’a başkaldırmak, bir tür tüm güçlülük yanılsamasını sürdürme çabasına denk düşer, ölümsüzlük arzusuna, imkânsız olduğunu bile bile… İnkârda olduğu gibi ölüm gerçeğinden kaçmaz, tam tersine ölüme teslim olur umutsuzlukla. Freud, büyük yıkımların ardından, sağlıklı bir biçimde işleyen her yas sürecinde olduğu gibi, libidomuzun elimizde kalanına sıkıca bağlanmamızın öneminden bahsetmişti. I. Dünya Savaşı’ndan sonra, insanların ülkelerine olan sevgisinin, en yakınında olanlara bağlılığın, ortak değerlere sahip çıkmanın birden güçlendiğini yazmıştı. Bu güçlenmenin hemen ardından yeni bir dünya savaşı yaşanacak olsa da…

ELİMİZDEKİ TEK ŞEY

Yas sürecinde olduğu gibi, umutsuzluk ve hayal kırıklıklarıyla baş etmeye çalışırken elimizdeki tek şey, diğer insanlarla aramızdaki bağlardır. Bu bağlar, her ne kadar karmaşık ve bazen yıpratıcı olsa da… Marmaris’te yangına müdahale etmek için elden ele taşınan su kapları, sadece yangını söndürme işlevi görmüyor, insanların felaket karşısında direncini de arttırıyor. Ian Craib’in dediği gibi, eğer ‘kötülük’ diye bir şey varsa, bu ancak diğer insanlarla bağların kasten koparılmasıdır. Kötücül iktidarların bugün yeryüzünde yapmaya çalıştığı şey, tam da bu, bağları koparmak…

DİRENÇLER

Sadece insanlarla değil, diğer canlılarla da yeni bağların kurulmasına bugün büyük ihtiyaç olduğu ortada. Doğal dünyanın ritminden, doğal psikolojik zamandan koptuğumuz için yas tutmak da, hayal kırıklıklarıyla baş etmek de, ilişki kurup o ilişkilerde derinleşmek de zorlaştı artık. Üstelik, her büyük felaket ve yıkımın ardından, o felaket ve yıkım sanki hiç olmamış gibi inkâr ederek eskisi gibi yaşamaya devam etme eğiliminde oluyor çoğunluk. Bu ülkenin yaşadığı felaketleri düşünürsek… İçimizde ve dışımızda karşılaştığımız dirençler, öyle çeşitli ve güçlü ki… Kendimizle ve yaşadığımız toplumla yüzleşebilmek, bir kayıp duygusunu ve acıyı da peşinden getirecek muhtemelen. Bunun kolay bir şey olmadığı bir gerçek. Ayrıca, çoğunluk, bırakalım bu tür sorgulama ve yüzleşmeleri, hayatta kalabilmek için günü kurtarmaya yetecek gücü bile bulmakta zorlanıyorken…

Hepimizin, komplo teorilerinden, kötücül ya da iyicil fantezilerden uzak, gerçek ve uygun korkularla yaşamayı öğrenmesinden ve bir arada bu korkuları aşmaya çalışmasından başka bir çare yok.