Gelin diklenip meydan okuyalım onlara! Mesele sadece diklenme de değil; böyle bir tarihsel mücadelenin bilimsel açıklaması, kavgada safları belirginleştirmenin yolu yordamı, olan biteni tahlil etmenin pırıl pırıl yöntemi var: Diyalektik… Uygulayalım

Yıkımçağ

Onur Behramoğlu

M.Ö. 3000 – M.S. 476 (Batı Roma’nın yıkılışı): İlkçağ
476 – 1453: Ortaçağ
1453 -1789: Yeniçağ
1789 sonrası: Yakınçağ

Bu dönemlendirmeyi hepimiz biliriz. Türkiye için daha anlamlı sayılabilecek şöyle bir çağ ayırımını ise Sina Akşin hocamız öneriyor:

M.Ö. 220 – M.S. 1071: İlkçağ (Türklerin göçebe hayvancılık dönemi)
1071 – 1839: Ortaçağ (Türklerin yerleşikliğe, tarıma, köylülüğe geçiş dönemi)
1839 – 1908: Yeniçağ (Türkiye Türklerinin batılılaşmaya, hukuk devletine doğru adımları)
1908 sonrası: Yakınçağ (Kentleşmeye, kapitalizme yöneliş)

Şu içinden geçmekte olduğumuz dönem, bana daha çok Yıkımçağ gibi görünüyor. “Zeytin mi daha önemli, sanayi tesisi mi?” türünden zırvalamaları sorudan sayıp sayfalarca yanıt veriyor, meralarımıza sahip çıkmazsak hayvancılığın biteceğini anlatmak için ter döküyor, denizlerimizi-dağlarımızı-yaylalarımızı savunan rakamlar sıralıyor, çocuklarımızın bilimsel eğitim alma gerekliliğini ispatlamaya nefes tüketiyoruz. Düpedüz cahil cesaretiyle kasılıp duran birtakım adam müsveddeleri de kürsülerde bir sağa bir sola yatırdıkları gövdelerini daha da kabartarak, seslerini çatlata çatlata, acınası bir afur tafurla demokrasi nutukları atıp yalan söylüyorlar.
Gelin diklenip meydan okuyalım onlara! Mesele sadece diklenme de değil; böyle bir tarihsel mücadelenin bilimsel açıklaması, kavgada safları belirginleştirmenin yolu yordamı, olan biteni tahlil etmenin pırıl pırıl yöntemi var: Diyalektik… Uygulayalım.

Uygulayalım da, insana yakışır kavramlarla düşünüp doğruyu bulmaya çalışalım. Diyelim ki örneğin, Türkiye yükselen piyasa değil, az gelişmiş ülkedir. Ülkemizi ‘piyasa’ olarak nitelemek ayıptır, yakışıksızdır, çirkindir. Yükseldiğimiz filan yoktur ayrıca, bakın işte üniversitelerimizin çoğu tabela üniversitesidir, liselerimizi soracak olursanız onlar çoktan bitirilmiştir. Sanayimiz yerlerde sürünmektedir zira sistemin bize biçtiği rol sanayileşmiş ülke rolü değildir. Tarımda perişan hallere düşmemizin sebebi sermayenin emirlerine harfiyen uyan işbirlikçileri oylarımızla iktidara getirmemizdir.

Daha somut örnek mi istediniz, peki. Ekonomi sayfalarında “Merkez Bankası rezervleri şu kadar milyar dolar” türünden haber görmeye alışkınsınızdır. Bu haber ne anlama geliyor, bilmezsiniz ama, bilmemeniz için örgütlenmiştir çünkü her şey; gerekli hallerde bunu iyi bir şey sanmanızı sağlamak, gerekirse korkunuzu tetiklemek üzere kurgulanmıştır. Haber şu şekilde verilse, neler döndüğü apaçık anlaşılacaktır oysa: “Bilindiği üzere, yüzyılımızda ulusal paraların değişim değerleri, altın veya benzeri hiçbir mal tarafından desteklenmemektedir. Bu durum, para hareketlerinin üretim ve yatırımla ve hatta elle tutulur malların ticaretiyle, kısaca gerçekle ilişkisini koparmakta; ülkemiz, diğer ülkeler gibi, vurguncu sermayenin günübirlik saldırılarına açık duruma gelmektedir. Bundan olabildiğince korunmak için, Merkez Bankası giderek daha yüksek miktarlarda rezerv tutmaya zorlanmakta, bu da reel fiziksel yatırımlara ayrılabilecek kaynaklarımızı daraltmaktadır. Kusura bakmayınız, devlete habire vergi ödeseniz de hiçbir hizmeti adamakıllı alamayacak, büyük olasılıkla işsiz kalacak, bir işte çalışacak kadar şanslıysanız da bunca zahmet çektiğiniz bir hayatı sürdürmenin sıkıntılarıyla güzelce yaşlanamadan öleceksiniz.”

Her alanda ancak böyle bir gerçekçilikle yaklaşabiliriz menzile. Ve ancak böyle bir yüzleşmeden sonra usul usul berraklaşır, bugün karmakarışık görünen ne varsa.

Yoksa, çocuklarımıza neyi bırakacağımız bellidir:

Yıkımçağ!