İktidar, en güçlü olduğunu sandığı İçişleri Bakanlığı’nın yönetim alanında da çok büyük bir çöküntü yaşıyor. Toplum, günlerdir Bakan Soylu ile Sedat Peker’in karşılıklı açıklamalarının örümcek ağıyla sarmalanmış bulunuyor.

İç politikada yaşanan yıkımlar, geçen hafta Avrupa Parlamentosu’nun Türkiye ile “tam üyelik görüşmeleri askıya alınsın” önerisini onaylaması ve ülkenin dış politikada da çok ağır bir yara almasıyla tamamlanmış bulunuyor.

MUHALEFET

Muhalefet partilerinin sayıları hızla artıyor. AKP’den iki parti doğdu; ana muhalefet partisi CHP de geçen hafta üçüncü partiyi doğurdu. Ancak, bu sayısal çoğalmanın ülke siyasetinin niteliğini ne ölçüde güçlendireceği, büyük bir soru işaretine asılıyor.

Oysa ülkenin, “yangında ilk kurtarılacak şey” örneği, bir an önce seçime götürülmesi ve çok hızlı bir biçimde bu iktidardan kurtulmasının ve onarımının sağlanması gerekiyor.

Doğrusu, muhalefet bu büyük güncel ve tarihsel görevin gereklerini yerine getirmede çok yetersiz kalıyor. Dahası, yaklaşım ve yöntem yanlışı yapıyor. Uzunca bir süredir Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde kimin aday olacağını tartışma noktasına odaklanan muhalefet, geçen hafta “sürece katılan tüm liderlerin yönetimde yer alacağı” bir yaklaşıma varmış bulunuyor. Ancak muhalefet bir türlü iktidarın oluşturduğu enkazı ya da yıkımı nasıl kaldıracağı noktasına bir türlü gelemiyor.

Muhalefet, öncelikle, sürekli sözünü ettiği “güçlendirilmiş parlamenter sistemi” şimdiye dek somut bir biçimde oluşturmalı ve tartışmaya açmalıydı. İktidar ortağı MHP’nin bile Anayasa taslağı hazırladığı bir ortamda, muhalefet partilerinin, hiç zaman yitirmeden, önce “tekil” sonra da bunların ortak noktalarına dayalı “birlikte” bir anayasa taslağını topluma sunması artık kaçınılmaz bir zorunluluktur.

Çünkü son zamanlarda yazı ve yorumlarıyla yıldızlaşan Anayasa hukukçusu Kemal Gözler’in özenle belirttiği gibi, bugün Türkiye “genelgelerle” yönetiliyor (https://anayasa.gen.tr/genelge-devleti.htm, 15 Mayıs).

Muhalefete düşen ikinci, ancak hiç de ikincil olmayan ana görev, getirilecek yapının uygun deyimiyle içini doldurmak ve bunun “zamanlamasını” yapmaktır. Bu bağlamda siyasetin katılımcı bir yapıya kavuşturulmasından finansmanına açıklık getirilmesine; bütünüyle kırılıp dökülen kamu yönetiminin, başta bağımsız ve tarafsız yargı olmak üzere yeniden tarafsızlık ve etkinlik ilkelerine göre düzenlenmesine dek yapılması gereken çok iş vardır. Kısaca, Cumhurbaşkanlığı hükümet sisteminden güçlendirilmiş parlamenter düzene geçiş süreci, atılacak somut adımları ve zamanlamasıyla olabildiğince ve bir an önce somutlaştırılmalıdır.

“AKŞENER”

Siyasetinin yaşanmakta olan bu ağır topallığın en önemli nedeni, merkez sağ siyasetin çökmesidir. Doğru Yol ve Anavatan partilerinin genel başkanları, sırasıyla M. Ağar ve E. Mumcu’nun 2007 seçimlerinin hemen öncesinde, tam işbirliği yapacakken, partilerini “dağıtmaları” ülke siyasetinin bugünlere gelmesinde birinci derecede belirleyici olmuştur. Son zamanlarda yeniden ortaya çıkan bu ikili o davranışlarının nedenlerini, bugüne dek topluma açıklama gereği bile duymadılar.

Yıllar sonra gelinen noktada Meral Akşener’in önderliğinde İYİ Parti, siyasetin merkez sağ açığını, kanımca, başarı ile doldurmaya çalışıyor. Merkez sağ siyasetin mirasına konanların mutlak iktidar olduğu bir ortamda, bunu başarmak hiç de kolay değil.

Akşener’in Suriyeli göçmenlerle ilgili yapıcı önerileri; siyaseti, çok kısır ve dar alandan, yani İstanbul ve Ankara ikilisinden çıkararak esnaf ziyaretleriyle tüm ülkeye yaymadaki öncülüğü ve özellikle de “sözünün eri” olduğunu tam bir kararlılıkla kanıtlamakta oluşu, kendisini ve partisini merkez sağ siyasetin en büyük mirasçısı yapıyor.

Bu arada, Akşener’in 20 Mayıs’ta, İkizdere’de ve Çayeli’nde karşılaştığı, “önceden hazırlanmış kışkırtma kokan” eylemler karşısındaki “dik duruşu” da, doğrusu, her türlü övgüyü hak ediyor.

Ülkenin içine sürüklendiği yıkım muhalefetin tüm bileşenleriyle bir an önce toparlanmasını zorunlu kılıyor.