Pakrat Estukyan Ermeni halkının sesini Türkiye toplumuna ulaştırmak amacıyla kuruldu Agos gazetesi. Tarihi gerçekliği karalamak, masum bir halka yönelik sonsuz nefret söylemini göğüslemek üzere yayın hayatına başladı. Onu yayına hazırlayan akıl, hiç şüphesiz, hangi yel değirmenlerine savaş açtığını herkesten daha iyi biliyordu. Kurucu aklından derin yapılanmalarına, askeriyesinden meclisine, akademisinden edebiyatına, diplomatlarından sivil toplumuna koskoca bir […]

Yıkın artık şu duvarı

Pakrat Estukyan

Ermeni halkının sesini Türkiye toplumuna ulaştırmak amacıyla kuruldu Agos gazetesi. Tarihi gerçekliği karalamak, masum bir halka yönelik sonsuz nefret söylemini göğüslemek üzere yayın hayatına başladı. Onu yayına hazırlayan akıl, hiç şüphesiz, hangi yel değirmenlerine savaş açtığını herkesten daha iyi biliyordu. Kurucu aklından derin yapılanmalarına, askeriyesinden meclisine, akademisinden edebiyatına, diplomatlarından sivil toplumuna koskoca bir ülke, yalanın ve inkârın gücüyle devasa bir çarkı döndürmekteydi. Hrant Dink’in kurduğu Agos, o çarka sokulan çelikten bir çomaktır. Çomak dev makinenin dişlileri arasında parçalanırken, o dişlilere de çok ağır bir hasar verdi. Artık eskisi gibi mükemmel bir uyumla çalışamıyor yalan ve inkâr makinesi. Tam tersine, parçalanmış dişlilerinden ötürü çıkardığı yaygara herkesin kulaklarını tırmalıyor. Kimseyi, hiç kimseyi inandıramıyor yalanlarına. En önemlisi de, kendi çocuklarını kandıramıyor artık. Türkiye Cumhuriyeti devletinin resmî tezinin kayıtlı olduğu plaktan 12 yıldan beri sadece cızırtı duyuluyor.

Kimi insanın kaderinde, iş başa düşeceği zaman orada hazır bulunmak vardır. Her adımıyla bastığı yeri titreten Golyat’ın karşısına sapanıyla dikilip, fırlattığı taşla devin alnının çatını dağıtmak, Davut Peygamber’in tercihi değil kaderiydi. Yaşadığı zamanın ve zeminin belirlediği bir kader… Coğrafyanın bu özelliğinden olsa gerek, günümüze değin Filistin’in çocukları, aynı sapanlarla direniyorlar günümüzün ölüm makinelerine karşı. Aynen bütün bir Fransız ulusunun onurunu ayaklarının altında ezen Alman faşizminin karşısına kararlılıkla dikilen, Adıyamanlı Ermeni kılıç artığı Misak Manuşyan gibi. Tarih her ihtiyaç doğduğunda kaderinin gereğini yerine getiren Jean d’Arc’larla, Sasunlu Davit’lerle yazılmıştır.

Hrant Dink’in 19 Ocak 2007’de, korkak bir oğlanın sıktığı mermilerle katledilmesinden sonra, 55 yıllık yaşamının her ânı belgesel bir değer kazandı. O yüzden de kendi sağlığında sadece en yakın aile çevresi için anlam taşıyan sayısız fotoğraf yeniden tasnif edildi, yeni bir anlam yüklenerek değerlendirildi. Onlardan biri, ölümünün yıldönümünde Agos’un kapağına taşınmıştı. O fotoğrafta ancak 12-13 yaşlarında görünen Hrant, kollarını bir kartalın kanatları misali açmış, kendinden küçükleri kollarıyla bir anlamda korumaya almıştı. Kollarını açarak daha güçsüzleri koruyan herkes gibi o da gardını düşürmüş, göğsüyle kalkan olmuştu, olası her saldırıya karşı.

Bu fotoğraf Hrant Dink’in kaderini de betimleyen bir özellik taşıyor. Yaşamı boyunca kendisi için sığınak aramayan ama darda kalanlara sığınak olan, bunu da uzun uzadıya tasarlamadan, kendiliğinden bir doğallığın içinde yapan bir koca yürektir Hrant Dink.

Türkiye derin devleti, büyük suçun omuzlarına yüklediği ağır günahı, mağduru faile dönüştürerek atlatabileceğine inandı. O yüzden de tarihi boyunca Ermeni algısını sistematik olarak şeytanlaştırmayı temel ilke haline getirdi. Bu zehirleyici iklim içinde toplumun büyük bir kesimi yıllar içinde farkında olmadan bir nefret duygusunun etkisinde kaldı.

Agos’un yayımlanmaya başlamasıyla, Hrant Dink bu kez masum bir halkın üzerine geriyordu koruyucu kanatlarını. Yalan ve inkâr üreten devlet politikasına karşı, halkının sözünü söyleyebileceği bir mecra olarak tasarladı yayımladığı gazeteyi. Bu kadarı dahi, devletin yıllar içinde geliştirdiği ezbere karşı ciddi bir tehdit sayıldı. Günümüz Türkiyesi’nin sınırları içinde yüz yıl öncesine kadar varlığını sürdüren Ermeni halkına dair her bilgi kırıntısı, büyük bir ilgiyle karşılandı. Agos’un yayınlarının yol açtığı ilk rahatsızlıkta o küçük bilgi notlarının izi vardır. Unutturulmaya çalışılan Ermeni varlığının, her hafta ayrı bir vilayet üzerinden gündeme taşınması, belli ki kimilerini fena halde rahatsız etmişti. Ancak Türk kimlik inşasında önemli bir figür olan Sabiha Gökçen’in aslında Hatun Sebilciyan adlı bir Ermeni yetim olduğu savı, devletin en tepelerinden gelen güçlü bir tepkiyle karşılandı. Genelkurmay Başkanlığı, yayımladığı açıklamayla, Agos’un haberini milli bir figüre hakaret olarak değerlendirmişti. Sonrasında yaşananların bilinmeyen bir yanı kalmadı. İstanbul Valiliği’nde iki MİT mensubunun Hrant’ı üstü kapalı şekilde tehdit etmesi, Ülkü Ocaklarından bir grubun Agos’un kapısına dayanması, Hrant’a 301. Madde’den dava açılması, Adliye girişinde Kerinçsiz tayfasının saldırıları, 19 Ocak 2007’ye uzanan yolun kilometre taşları oldu.

Gazetecilik denen uğraş, sonuçta, Hrant Dink’in Golyat’a karşı çıkarken kullandığı sapandaki taştı sadece. Ama o yine de bu mesleğin ilkelerine, etik kurallarına sonuna kadar sadık kaldı. Gazeteciliği asla tetikçilikle karıştırmadı. Siyasi tavır olarak benimsediği, kimseye hakaret etmeme, hiç kimsenin hakaretini de cevapsız bırakmama ilkesini gazetecilik çalışmalarında da sürdürdü. Hiç işi olmadığı halde, çağrıldığı her tartışma programına katıldı. Halkının onurunu asla çiğnetmedi. Kendisi de kimsenin onurunu incitmemek için büyük bir özen gösterdi. Tüm bu meziyetler, Türkiye’de ölümcül suçlar olarak görülür. Ülkenin kimyasını bozma riski taşıyan suçlar…

Hrant Dink cinayeti tüm bu özelliklerden ötürü, herhangi bir yöntemle karartılamaz, olduğundan farklı bir şekilde gösterilemez.

Nasıl ki Madımak saldırısının izdüşümünü Maraş katliamında, Dersim 1938’in izdüşümünü 1915 soykırımında görüyorsak, Tahir Elçi cinayetini Hrant Dink’in katlinden, onu da Sabahattin Ali’nin, Krikor Zohrab’ın öldürülmesinden bağımsız düşünemeyiz.

Bu cinayet geleneğinin kökünü kazımanın yolu da iplik yumağının ilk ilmeğinin çözülmesiyle açılacaktır. Başka bir deyişle, Mehmet Ağar’ın duvar yıkılır diye çekmeye cesaret edemediği tuğlayı yerinden söküp almadan, bu uğursuz gelenek bozulamaz.

“Ya duvar yıkılırsa” mı dediniz? Yıkılırsa yıkılsın, bu iyi insanların değil, kötülerin beka meselesi. Çekelim de yıkılsın, altında kalan biz olmayacağız.