Google Play Store
App Store
Yıkıntı pasajlarında bir flauner

Nagehan KARA

Ucu bucağı olmayan daimi bir yıkım ve yeniden inşa alanına dönen, tarihine dair imgesel, simgesel mekanları yıkılan, hafızası silinen, sürekli dönüşmekte olan İstanbul’da görsel ve işitsel peyzajımız tamamen değişmiş durumda. Bu yeni manzaraya farklı bir açıdan bakmayı deneyen Osman Bozkurt, Merdiven Art Space’te açılan sergisinde, adeta yıkıntı pasajlarında dolaşan bir flaneur gibi uzaklardan sesleniyor: “Hatırla”.

HAFIZAYI ÇAĞIRAN MIKNATIS SES

Walter Benjamin’in anlatılarındaki modern Paris pasajlarında dolaşan flaenur gibi olmasa da Bozkurt, İstanbul’un yıkıntı pasajlarına dönüşen semtlerinde yıllardır flanörce dolaşıyor. Fotoğraf formasyonundan gelen sanatçı bu alanları, buradaki yıkıntıları, yapı kalıntılarını belgelerken bir tür sanatçı içgüdüsüyle hem imge hem nesne toplayıcılığı yapıyor. Bu kalıntıları yaratıcı birer medyum olarak sanata dönüştürüyor, sıradan olanı başkalaştırıyor.

Sergiye adını veren işi PİK 60x500 bir ses yerleştirmesi. Görsel olarak baktığımız nesne sadece döküm bir boru. İçinden ise İstanbul’un hala konuşulan ya da unutulmuş dillerinde “Hatırla” diyen farklı sesler geliyor. Nermin Saybaşılı’nın etkileyici kitabı Mıknatıs-Ses’te yazdığı gibi hafızanın kökeni hıfzetmek ve saklamaktan gelirmiş. Kürtçedeki anlamı ise kuyu. Tıpkı yıllardır dipsiz bir kuyuda saklanır gibi bekleyen o sesler sökün ediyor. Sanatçının ifade ettiği gibi içimizdeki kadim bir bilgiyi hatırlatan bir sesleniş sanki duyduğumuz. PİK 60x500 ile aramızdaki manyetik alanda mıknatıslı bir ses çınlıyor ve ses hafızayı geri çağırıyor.

İÇE DOĞRU BİR ARKEOLOJİ DENEMESİ

Şehrin kalıntıları, yaşadığımız evlerin duvarları içerisinde kalan, hep bizimle orada bulunmuş ama muhtemelen hiç görmediğimiz, önemsemediğimiz yapı elemanlarının da birer hafıza taşıyıcısı, zaman kapsülü olabileceği fikrinden hareket ediyor sanatçı. Şehrin, evlerimizin içerisini, görünmeyen tarafını gösteriyor. Domestik Arkeoloji işinde, atölyesinin küçük penceresinden, pandemi döneminde onun için önce bir nefes ardından kazı alanına dönüşen, çatıya çıkışı ve oradaki çalışma sürecini izliyoruz. Yıkımı pandemi nedeniyle kesintiye uğrayan yan binasının yapı elemanlarını amatör bir arkeolog gibi keşfediyor, ortaya çıkarıyor, temizliyor, belgeleyip tasnifliyor. Hem kendine, atölyesine ve içe doğru bir kazma, bulma, belgeleme süreci hem de şehre, şehrin dönüşümü, yerel tarih ve toplumsal hafızasına doğru yaptığı bir arkeoloji yolculuğu.

Bu videoda yer alan Marsilya kiremitlerini yan duvarda görüyoruz. Kendi ellerinin pirinç kalıplarıyla tuttuğu kiremitlerin 19. yy başlarında nasıl Osmanlı topraklarına geldiği, nerelerde kullanıldığı, kimler tarafından üretildiği, hangi ortak anı ve hafızalara tanıklık ettikleri gibi noktaları araştırıyor. Karşı duvarındaki Gelecek için post-it’ler serisi ise sanatçının on yılı aşkın süredir katman katman yaptığı kazıların sonucu. Çoğu ara ara gittiği, yıkıntı pasajlarında dolaştığı eski bir Osmanlı semti olan Küçük Pazar’dan gelen parçaları değerli birer nesne gibi, kendi deyimiyle, tasarladığı biraz müze kutsiyeti, biraz laboratuvar ciddiyetine sahip ortamda sergiliyor.

YIKINTILARDAN GELECEK İNŞA ETME UMUDU

Moles I ve Moles II işleri birer totem gibi Merdiven Art Spaces’ın giriş katının orta yerinde yükseliyor. Sanatçı bu molozları, yıkıntı alanlarından toparlanmış bir öz gibi gördüğünü, üzerlerinde barındırdıkları izler ve yaraların peşinden gittiğini söylüyor. Uzak Doğu felsefelerindeki meditasyon ve denge çalışmaları gibi deniz kenarlarında çakıl taşlarını üst üste dizerek sabırla bir bütün oluşturma (taş istifleme) pratiğinde taşların dengesini bulma çabası, doğa ile bütünleşmeyi, iç dengeyi bulmayı da sağlıyor. Sanatçı da benzer hislerle mavi bir fonun önünde koca koca yapı kalıntılarını, molozları üst üste yerleştirmiş. Yıkım alanlarındaki kaostan yeni bir düzen kurma çabasının olduğunu söylediği bu işlerinde farklı zamanlara ait hafıza parçalarını birbirine bağlıyor.

Yan duvardaki fotoğraflardan birinde, üzerinde Budapeşte’de ulus inşasını sembolize eden bir rölyefin bulunduğu yapının yıkım çalışmalarındaki işçileri görüyoruz. Diğerinde ise bir moloz yığını tepesi ve yanında tarihi 7500 yıl öncesine giden Norşuntepe Höyüğü’nün 1969’da çekilmiş fotoğrafını. Kazı çalışmalarında kırk farklı katmana sahip olduğu keşfedilen Norşuntepe, günümüzde Keban Barajı’nın suları altında kalıyor. Tüm serginin de hissettirdiği gibi yıkım ve inşa bir arada, bir döngü oluşturuyor ve içinde bir umut barındırıyor. Sanatçının hala koruduğu yaratıcı umudu en çok da galerinin hemen dışında yer alan Bahar adlı fotoğrafta hissediyoruz. Bahar, yıkıntı alanlarında doğanın kendisine açtığı yeni yaşam alanını sembolize ediyor. Yaşamın, doğanın kendi yaratıcı döngüsü devam ediyor. Tekrar tekrar yıkılsa da şehre hep yeniden gelecek baharların esintisi çalınıyor kulaklarımıza ve ayrılırken bir ses Hatırla diyor yeniden…

Sergi 26 Ekim’e kadar ziyaret edilebilir.