Yerine döndü Yıldız ve başını kaldırıp pencereye bakmaya devam etti. Derken bu kez de uzun bacaklı bir erkek silueti dikkatini çekti. Bacaklar yaklaştı. Ayaklar yaklaştı. Ama… Değil… Aradığı değildi bu

Yıldız

Menekşe Toprak

Önce havada salınan bir püskülü ve püskülün arasındaki şıkırtıları fark etti. Sesin peşinde, püsküle doğru hoplayıp zıplarken birden durdu. Püskül kaybolmuş, bir gölge eğilmişti üzerine. Sevecen bir dişinin kokusunu alıyor, bir kadının yüzünü seçiyordu. Kadın hayranlıkla bakıyor, parmaklarıyla belli belirsiz başına dokunuyordu. Derken birden üşümüş gibi ürperdi kadın, ayağa kalktı, iki binanın arasındaki gün batımının karşısında omuzlarını büzüştürerek yoluna devam etti.

Peşindeydi kadının. Kâh arka arkaya kâh yan yana ama hep bakışarak yürüyüp bir demir kapının önüne geldiler. Kadın püskülü şıkırdatarak yeniden ortaya çıkarırken dönüp kaşlarını çattı, yüklenip kapıyı açarken “Sen burada kalacaksın!” dedi ve ayağıyla kapının aralığına siper oldu. Ama o aldırmadı bu engele. Zıpladı, bacağında dolandı kadının, adeta bir yılanın kıvraklığıyla süzülüp içeriye girdi, karanlık bir sahanlığı geçip merdivenlere yöneldi.

Kadın, karanlıkta kor gibi parlayan bir çift göze baktı önce şaşkınlıkla, ışığı yaktı, ardından “Hadi gelsene!” der gibi miyavlayan minik bir ağza, ıslakmış gibi görünen masum bir burna yöneldi bakışlarıyla, şaşkınlığın yerini sevecenlik aldı.

Sanki bu merdivenleri hep böyle çıkmışlardı. Sanki her günkü gibi sokağın başında buluşmuşlardı da birbirlerini gözleyerek, kollayarak üç kat yukarıdaki dairelerine gidiyorlardı şimdi.

İşte içeriye girmişlerdi. Uzun bacaklı, uzun kollu bir oğlan çocuğu da kapıda yollarını beklemişti.

Aynı akşam yemek kondu önüne, bir kaba su kondu, o bir köşede temizlenirken balkona içi kum dolu bir leğen kondu. Kâh oğlanın kâh kadının kucağında okşandı, sevildi, övgüler aldı; dokunmalardan sıkılıp övgülere doyduğunda anahtar demetine takılı o püskülle oynadı, yere uzanıp mutlulukla yuvarlandı. Derken, kulaklarından alnına doğru yayılan kızıllığa uzun uzun bakan kadın, “Yıldız olsun adın!” dedi. Artık kesindi, sadece gövdesiyle değil, aldığı isimle de bir eve aitti. O gece ışıklar söndükten saatler sonra inlemeli bir nefesin, saç diplerindeki terin kokusunu aldığında, insan denen canlının çok derinlerindeki yalnızlığı, kendisininkine benzeyen korkusunu gördü, doğruca kadının odasına yöneldi.

Yorganın altına girdiğinde, kadın önce yadırgayarak kıpırdadı yerinden ama çok geçmeden nefesi düzeldi, bir kâbustan kurtulmuş da tatlı bir düşe doğru kayarmış gibi yüzü gevşedi.

Böylece kadınla birlikte tatlı bir uykuya daldı. Gölgelerin, nesnelerin, püsküllerin, adımların peşinde odadan odaya koştu uykuda, ders çalışan oğlanın ayaklarının dibinde mırıl mırıl dinlendi, balkondan, pencerelerden dışarıda bastıran kışı izledi ve her defasında kadının ve oğlanın henüz sokağın başındayken bile hissedebildiği adımlarına kulak kesildi. Uzun mu uzun, korunaklı, güzel bir kış uykusuydu bu. Uyandığında kış bitmiş, bahar gelmişti. Dünya uyanmış, doğa uyanmış, şehvetin ve çoğalma arzusunun sancısı vurmuştu gövdesine.

• • •

Bir sabah kapı her zamanki gibi açıldığında, o da kendini oğlan ve kadınla birlikte dışarıya attı. Kadın itiraz etti, kaşlarını çattı, parmağını salladı havada ama nafile, o dinlemedi. Çünkü havada aşk ve bahar yüklü bir koku vardı onu çağıran. Rüzgâr, ağaçların, otların hışırtısı, kuşların cıvıltısı, dişilerin çağrıları ve haz vardı. Artık böyleydi, gündüzleri yeni bir hayatın peşinde bir erkek, akşamları ise kapıda ya kadınla ya da uzun bacaklı oğlanla buluşup evine giden Yıldız’dı o.

Zaman hem upuzun hem de hiç yokmuş gibi anlık, geçiyordu. Ah, hayat işte. Hayat böyle boşluklu, böyle ağır, çiftleşme sonrasında bir dişinin gövdesine akmış haliyle sonsuz ve sihirliyken, unutuyordu Yıldız olduğunu. O zaman kadının çağırmalarını duyuyordu; “Yıldız, nerdesin oğlum?” Gecenin bir vakti oğlanın kaygılanmış çatallı sesini tanıyordu. Bazen de birden burnuna takılan bir kokuyla hatırlıyordu kim olduğunu, hemen demir kapının önünde buluyordu kendini.

Kaldırımda dikilip üçüncü kattaki açık pencereye, rüzgârın kanatlandırıp içerinin kokusuyla birlikte dışarıya savurduğu tül perdeye doğru “miyav” diyordu ve bu yetiyordu. Pencerede beliren tanıdık bir siluet, açılan demir kapı…

• • •

Sıcak mı sıcak, ağır mı ağır bir hava. Günler uzun, güneş erkenci. Kapının önünde valizler. Valizlerin yanında dikilmiş olan kadının ve oğlanın bakışları üzgün, terli elleri telaşlı.

• • •

O akşam demir kapının önünde dikilen Yıldız, başını yukarıya kaldırmış, etrafı kokluyordu. Ne bir ışık ne açık bir pencere ne bir perde ne de evin kokusu var. Yıldız kaldırıma çökmüş, bakıyor, miyav diyerek sesleniyor. Çıt yok. Koku yok. Kadınla oğlan yok.

Fakat, o da ne? İşte sanki tanıdık ayaklar, kokusu ve o usul adımlar. Yıldız ayaklara doğru seğirtip çıplak bir bacağa sürtündüğünde, bir çığlık koptu. Çığlığın sahibi kadın korkuyla Yıldız’a bakıp uzaklaştı. Yerine döndü Yıldız ve başını kaldırıp pencereye bakmaya devam etti. Derken bu kez de uzun bacaklı bir erkek silueti dikkatini çekti. Bacaklar yaklaştı. Ayaklar yaklaştı. Ama… Değil… Aradığı değildi bu. Pis, kötücül bir kokuydu bu yaklaşan. Koku biraz daha belirginleşti ve derken korkunç bir ağrı olup gövdesine saplandı. Gözlerinin önünde şimşekler, uçtu, yuvarlandı, yuvarlandı, sonunda sert bir cisme çarptı. Kendine geldiğinde park halindeki bir otomobilin altındaydı Yıldız.

• • •

Akşamın alaca karanlığında kadınla oğlan bronzlaşmış tenleri, ellerinde valizleriyle demir kapıyı açtılar. Oğlan sahanlığı geçip merdivenlere yönelirken kadının bakışları kapının aralığından dışarıya doğru kayıp kaldırımda duran kediyi yakaladı. Başını yukarıya dikmiş olan kedi zayıf ve kirliydi. Boynunda ve yüzünde çizikler, alnındaki kızıllığın tam ortasında bir yara izi vardı. Bakışları dalgalandı kadının ve anında demir kapının ardında kayboldu.

Birazdan üçüncü kattaki pencerenin ışığı yandığında cılız bir “miyav” sesi duyuldu.