Kimi insanlar zaman ve mekanda çok boyutlu zengin var oluşları, eserleriyle, kendilerini kanıtlamışlardır. Kimileri ise yokturlar; “ego” baskısıyla, başkalarında kusur ararken kendilerini inkar eder, tek boyutlu resme dönerler.

Yıldız Hanım vardı, büyüktü. Yalnızca bir tiyatro, sinema, kültür insanı olarak değil, mütevazı, çağının bilincinde ilerici, demokrat, iyi bir insan olarak yaşadı ve sonra, aslında sessizce denebilir, kapattı hayat defterini. Önce Müşfik Kenter, Şükran Güngör, kültür dünyamızın iki büyük insanı gittiler. Bir süre tek başına, gerçekten de tek başına, Kenter’i sürdürdü Yıldız Hanım. Sonra bitti oyun, perde kapandı, dakikalar süren alkışları gülümseyerek, hafifçe eğilerek selamladı, sonra izleyenler çıkıp gittiler salondan, koltuklar boşaldı; ışıkları söndürdü Yıldız Hanım, tiyatronun kapısını usulca kilitledi.

“Bu son” dedi belki, belki hiç bir şey söylemedi.

***

Bundan sonrası artık yalnızca bizi ilgilendiriyor. Ya bu büyük, mavi siyah bir karanlıkta adı gibi parlayan insanı, kendimiz için, kendimizi iyi hissetmek, iyi olmak, yaptığımız işlerde dürüst olabilmek için anımsayacağız ya da bir türlü yakamızı bırakmayan zehirli bir çiçek içimizi oyacak. Kendi hayatımızda üstesinden gelemediğimiz pek çok hatayı, arızayı, kusuru unutmak için Yıldız Hanımın dünyasını didik didik etmeye yelteneceğiz. Yüzümüzden süzülen ter damlalarının birazı da kendi utancımızın işareti olacak. Elimizin tersiyle silerken alnımızı, “ama biz gerçeklerden söz ediyoruz” diye çırpınan “ego 1500”ün çaresiz, nafile savunmasıyla rahatlamaya çalışacağız.

***

Oysa Yıldız Hanım, artık anlatacak kelime bulamıyorum ben de, saydamdı, bir pelür kağıdı kadar inceydi, kendini korumaya, kollamaya hiç çalışmadı. Sordukları zaman hatalarını, kimilerinin kusur saydığı değerlendirmelerini, öyle açık yüreklilikle anlatıyordu ki; ama siz onları duymadınız; aklınız sıra sizi gündeme taşıyacak, “iş” peşindeydiniz o sırada. “İşte bakınız, Mümtaz Hoca’da da neler varmış, Yıldız Kenter’in mektubunu gördünüz mü, imzadan nasıl da kaçmış” diyecek, kendinize kötülük ettiğinizi fark etmeyeceksiniz. Keşke Yıldız Hanımın söylediklerini de duymuş olsaydınız; duymuş muydunuz yoksa, dinlemiş miydiniz Nebil Özgentürk’ün Yıldız Hanımla yaptığı söyleşiyi. Ne kötü, kim kurtaracak şimdi sizi; o zehirli çiçeğin derinize sinmiş kokusu nasıl çıkacak?

***

Neyse, bu kadar söz fazla. Yıldız Hanım gitti artık. Yine hayatı anlatan o en son oyunda da seyircilerini incecik bir dal gibi, usulca eğilip selamladı; birer birer ayrıldı seyirciler salondan, ışıkları söndürdü sonra Yıldız Hanım. Son bir kez baktı, uzun savaşların, mücadelenin hep ayakta kalmanın yorgun simgesi olan salona. O bir mucize olan yüzünü azıcık kapatan saçlarını savurdu, dimdik yürüdü sonra. Geri dönmedi; hep ayakta kaldığı için, ayakta ölmekten başkasını bilmediği için, belki de öteki ikiliye kavuşma zamanının geldiğini bildiği için...

***

Artık susun siz de. Sahte “doğrucu davutluğunuzdan” bıktık. Değerli insanlarla uğraşmanın sizi büyütmeyeceğini nihayet anlayın. Kendinize yazık etmeyin. Neden farklı olduğunu bile bilmediğiniz düşüncelerinize bir içerik, bir anlam kazandırmak için çabalayın.

***

Yıldız Hanım arkadaşlarının onu beklediği yerde, mavi siyah karanlıkta parlayan yıldızların arasına katıldı.

Ama aramızda bir şiir gibi yaşayacak; provası henüz tamamlanmış bir oyunun usta oyuncusu olarak sürdürecek yeryüzündeki hayatını da... Onun öğrencileri var; perde açılacak yeniden...