İktidarın neredeyse rutin hale getirdiği reformlar kısır döngüsü, muhalefetin de aynı döngüyü sahiplenmesiyle tüm ülkeyi içinden çıkılmaz bir girdaba savuruyor. Muhalefet de aynı kavramlarla düşünüyor, aynı kavramlarla çözüm arıyor. Bundan sonrası önü alınamayan işsizlik, artan ve daha da artacak yoksullaşma; bunun doğal sonucu olarak dışlanmanın, farklılıkların doğallaşmasına, doğal kabul edilmesine doğru hızlı bir gidiş olacaktır.

'Yıldızlara Yolculuğun Eylem Programı'

Laf benim değil, Barolar Başkanı’nın, biz küçük dilimize mukayyet olmaya çabalıyoruz yalnızca. Yutabiliriz çünkü. Yutmuyoruz. İnsan Hakları Eylem Programı ile kendimizden geçmek üzereyiz; son bir silkinmeyle geçmiyoruz. TV kanallarında proflar ve proflar “Hepsinin de altına imza atıyoruz” diye konuşuyorlar. Atıyorlar tabii, nasıl atmayabilirler ki; insan Magna Carta’ya, BM İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’ne, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ne; gelmiş geçmiş düşünürlerin, bilgelerin, hatta peygamberlerin binlerce yıldan süzülüp gelmiş insan hakları ilkelerine nasıl imza atmayabilir. “Hırsızlık yapmayacaksın” diyor, “Oku” diyor kitap, öyleyse okuyacaksın, dönüp dönüp bina okursun sen de, yapmayacaksın diyor ya, o yapmadan yapmanın bin bir yolunu, kitabını yazmadılar mı o münazaracı muhteremler. Tabii ki atacaksınız imzanızı bu muhteşem belgenin hemen altına, hatta herkesten önce mümkünse. Attınız gitti.

Biz biraz düşüneceğiz efendim, şu küçük dilimizi bir kurtaralım, hele bir şaşkınlığımızı atalım üstümüzden. Şimdi yine liberal ruhlar uyanabilir, uyanmıştır bile belki, sanki birilerini görür gibi oldum, ama şu sıralarda onlara rağbet yok, itibar ulusalcılıktan hızla istifa edip daha güvenli liman arayanlara, oralara demir atanlara, münhal parti başkanlığı kollayanlara yönelmiştir. Eskinin ulusalcısı şimdinin barometrecisi Barolar Başkanı bu şahane reform belgesini artık bir uzay ülkesi olduğumuzdan bahisle “Yıldızlara ulaşmamızı sağlayacak bir eylem planı! diye övmedi mi? Biz de artık susalım. Bunca zamandır erki, gücü, iktidarı ellerinde tutanlar, iktidara geldikleri yıllarda Hıristiyan demokratlardan mülhem, “muhafazakâr demokrat” olarak kitabını bile yazdılar. Liberallerle cicim aylarından sonra tramvaydan indiler. Sonra arada bir ve ama icabında hatırlayarak bu kez İslamcı demokrat, sonra İslamcı bürokrat, otokrat...

ŞİMDİ NEDEN YİNE ISITILDI Kİ BU ÇORBA?

Rivayet muhteliftir, kimi şom ağızlılar, “Son gündü, o güne yetiştirildi” diyorlar; neymiş, meğerse AB bir tarih vermiş de, “O güne kadar iyi niyetinizi gösterin yoksa biz kötü niyetimizi göstereceğiz” diyesiymiş, Olabilir tabii, bizde her şey planlıdır, iktidar partisi gündeme her zaman hâkimdir; hatta gündem yaratma mahareti övünme meselesidir. O da öyle olmuştur, AB Türkiye’yi tartışacaktır, aynı günlerde Avrupa Konseyi’nin de gündeminde Türkiye vardır, öyleyse zamanı iyi kullanmak, bir yandan yabancı misyon temsilcilerinin ön sıralarda yer aldığı toplantılarda insan haklarının önemi konusunda tarihin derinliklerine dalan belgelerle göz kamaştırmak mümkün olabilir; tabii içerisi de ihmal edilmeyecek, ağırlık vekillere dokunmaya, parti kapatmaya, tutukluları inatla tutmaya, AYM’dir AİHM’dir konularını sallamaya, şu uluslararası denetçilerin denetlerinin geçip gitmesine kadar vaziyetin durumunu idare etmeye amaan... Anladınız siz işte onu.

Siyasetin ustası olduklarını artık itiraf etmemiz gerekiyor, 2002’den bu yana adeta oya gibi işleyerek, kestaneleri el yakmadan ateşten mümkün olduğunca başkalarına aldırarak ama zinhar vazgeçmeden, adeta zamana ve zemine yayarak bir adım gerileyip iki adım ileri gitmekte gittikçe ustalaşarak bu günlere gelmediler mi? Geldiler. Şimdi yine içeriye ve dışarıya uygun dozlarda rehavet tabletleriyle bir devre tamamlanabilir, yola devam edilebilir, zaten ne kaldı şunun şurasında. Neye ne kaldı? Anlayışı kıt olanlara da dert anlatmak ne müşkül oluyor bazen; işte davadır, “modern” bir İslam ülkesi olarak laiklik de modernizm eleştirisi kapsamında din özgürlüğüdür ve asla akılla bir ilişkisi yoktur, anayasamızda da daha bir vakit kalsın ne olacak; bilim dediğin zaten büyük devletlerde de zor zamanlar yaşayan kapitalizmin hizmetinde teknoloji olarak takdis edilmedi mi; bizde de öyledir, yerli arabadır, inmeyen uçak teknolojisidir, GAFA bulma bilişimidir, daha ne olsun...

Memleketin bu halinde başka çare mi var?

İŞİN ASLI BAŞKADIR

İşin aslı başkadır, diyerek peki hangi fitneyi karıştırıyorsunuz şimdi siz? Yok, o değil de aklımıza takılıyor, bu İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi, pardon İnsan Hakları Eylem Programı, Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’yle nasıl uyuşacak, uyuşabilir mi yani? İsmi, cismi, özü, ruhu, icabı tek adamlığa göre çizilmiş ve uygulamasında da gördüğümüz üzere, alınan kararlar ve de eylem insan haklarına nasıl uyuverecek. Bunun sırrı “Her çiçeğe su vermeyeceğiz, dikenleri ayıracağız” harikulade buluşunda gizliyse efendim bir şey diyemeyiz de, hani bilinsin, olmadık umutlara kapılmasın prof ve proflar, bilcümle münazara ahalisi. Bizimkisi bu türden bir destek yanlış anlaşılmazsa.

Bir de yine aynı konuyla, yüksek müsaadelerinizle, ilgili yeni anayasa meselesi var, sorup duruyorlar. Denildi ki, yeni anayasa her kesimden yurttaşlarla sivil toplum kuruluşlarıyla, -onları 6 numaralı dipnot olarak açmanız, isim isim yazmanız müthiş olmuş, karışıklığı önlemişsiniz- tartışılacak, sonra halkın oyuna sunulacak. Pek güzel de bu tartışmanın ön kabulü Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi tabir edilen sistem ise neyi tartışacağız ki? Tamam anladım ben sizi; siz hala Silivri’nin ne kadar soğuk olduğunu ya da olabileceğini anlayamayanlardansınız; güldünüz, demek ki anlayanlardansınız; ne yapalım yani, halkımıza gerekli olan dikensiz gül bahçesidir, halkımız buna layıktır, laik değil, kelimeleri birbirine karıştırmayalım, rahmetlinin dediği gibi diken mi besleyelim, kesmeyip de... Uymaz dedikleri şeyler pekala birbirine uyar. Marifet uymayanı uydurmaktadır. Tarafsızlıkla partili başkanlık nasıl uyuyorsa bu da uyar...

Sonra sustum ben de artık.

***

İktidarın neredeyse rutin hale getirdiği reformlar kısır döngüsü, muhalefetin de aynı döngüyü sahiplenmesiyle tüm ülkeyi içinden çıkılmaz bir girdaba savuruyor. Muhalefet de aynı kavramlarla düşünüyor, aynı kavramlarla çözüm arıyor. Türkiye eğer şu kürenin dışında bir yerlerde yaşamıyor, başka bir dünyada var olmaya çalışmıyorsa, yaşadığımız krizi, bunalımı, artık ne derseniz çözebilme kapasitesini yitirmiştir. Bundan sonrası önü alınamayan işsizlik, artan ve daha da artacak yoksullaşma, bunun doğal sonucu olarak dışlanmanın, farklılıkların doğallaşmasına, doğal kabul edilmesine doğru hızlı bir gidiş olacaktır. Yaşadığımız süreç bunu gösteriyor.

Muhalefet kısa sürede bu kısır döngüden kendini kurtaramazsa, önüne konan yapay konularla boğuşmaktan, uydurma stratejilerle çıkış aramaktan; tartışma, mücadele etme zeminini iktidarın belirlediği alanlarla sınırlamaktan vazgeçmezse tehlike büyüktür. Türkiye’nin sorunları gökten inmedi, tümü ayrımsız kapitalizmden kaynaklanıyor. Ama o kadar da değildir; daha da önemlisi Türkiye kapitalizmi kimi zaman örnek gösterilen batı kapitalizminin sorunları yumuşatma, erteleme olanaklarına sahip değildir. İktidar sahipleri de bu durumun bilincindedirler, o nedenle de Türkiye’yi milliyetçiliğin ve liberalizmin tahterevallisinde sallayarak uyutmayı, oyalamayı temel yöntem haline getirmişlerdir. Parti kapatmaktan, ama aynı anda insan haklarından söz etmelerinin nedeni budur. Siyasetin üst yapı dediğimiz karmaşık haller arasındaki ilişkilere dalmadan yapılamayacağını biliyorsak; bir bilim olduğuna hiç aklım yatmadı ama, Spinoza’dan aktaralım, “kuramın eylemden en çok farklılık gösterdiği bilim” siyasetse, ona göre davranmak gerekmez mi?

Bu nedenle de bu yapay dünyadan çıkmaktan, gerçek sorunları iktidarın önüne koymaktan, yanıt vermeye zorlamaktan, özellikle de halkı kendi sorunlarına sahip çıkmaya çağırmaktan başka bir çıkış görünmüyor ufukta efendim...