Yıldızların Çekim Gücü

SEMİHA DURAK

“Salgın, hastaneyi tıkanma noktasına getirmişti. Yalnızca hastaneyi değil, diye hatırlattım kendime. Tüm Dublin’i. Bütün ülkeyi. Anladığım kadarıyla, bütün dünya durma noktasına gelen bir makineydi.”

Tanıklık ettiğimiz şu zamana aitmiş gibi, kulağa ne kadar tanıdık geliyor bu sözler. Ama bu hikaye, bütün dünyanın influenza ya da İspanyol gribi olarak bilinen salgından yerle bir olduğu yıllarda, 1918’de Dublin’de geçiyor. Savaş sonrasının yaralarını sarmaya çalışırken bir de üzerine salgınla mücadele eden yoksul bir şehir Dublin.

Kahramanımız Julia, salgının kırıp geçirdiği günlerde, kadın doğum hastanesinde öldürücü gribe yakalanmış hamile kadınlara ayrılan bölümde hemşire. Kilisenin yetimhanesinden hastaneye yardıma gelen Bridie adındaki genç kızla beraber, ellerinin arasından yıldızlar gibi kayıp giden kadınları, henüz doğmamış bebekleri kurtarmaya adadıkları günleri anlatıyor bize Julia. Sanki o an biz de oradayız, sessizce izliyoruz olan biteni. İki genç kadın, omuzlarına bir anda yüklenen sorumluluğun ağırlığıyla ellerinden geleni yapmaya çalışsalar da “kara ölüm” karşısında çaresizler. Hastanede göreve başlayacak olan yeni doktoru bekliyorlar. Önce kadın olduğunu öğreniyoruz doktorun. Kadın doktorların parmakla gösterilecek kadar az olduğu yıllar o zamanlar.

Doktorun terörist, anarşist ve “azılı” bir feminist olduğu söylentisi dolaşıyor hastane koridorlarında. Onunla nihayet tanıştığımızda, İrlanda Yurttaş Ordusu (Irish Citizen Army) üyesi olduğunu, Paskalya Ayaklanması dahil pek çok protestoya katıldığı için tutuklandığını ama doktor ihtiyacından dolayı Dublin sınırlarını terk etmemek koşuluyla serbest bırakıldığını öğreniyoruz. Doktor Kathleen Lynn ve hikayesiyle Yıldızların Çekim Gücü (The Pull of the Stars) adlı romanı okurken, tesadüfen karşılaşıyorum. Emma Donoghue'nun yazdığı romandaki tek gerçek karakter olan Kathleen, çağının çok öncesinden giden sosyalist ve feminist bir kadın.

YILDIZLARI SUÇLAMAK

Yıldızların Çekim Gücü, ismini Kathleen ve Julia arasında geçen bir diyalogdan alıyor. Kaybettikleri bir hastanın baş ucunda, “Her şeyden yıldızları sorumlu tutabilirdik” diye mırıldanan Kathleen, “Grip sözcüğünün anlamı bu” diye açıklıyor onu şaşkınlıkla seyreden Julia’ya. “Influenza delle stele; yani yıldızların etkisi, ya da yıldızların çekimgücü.” Hastalığa bu ismi veren Ortaçağ İtalyanlarından söz ediyor sonra ona. “O dönemde ortaya çıkan salgınla birlikte gökyüzünün kaderlerini yönettiğine daha da inanır hale gelmişler; insanların yıldızları kızdıran talihsiz varlıklar olduğunu ve salgının da bu yüzden çıktığını düşünmeye başlamışlardı” diyor.

Yazarın kendi kurgusuyla Dr. Lynn’in ağzından aktardığı, kaderimizin de salgının da bizi nasıl, ne kadar etkileyeceğinin yıldızlarda yazılı olma ihtimalini çok tatlı bulmakla birlikte, bundan pek ikna olmuyorum. Israrla bu sözlerin arasına gizlenmiş başka bir anlam, onu oradan çıkarmamızı bekleyen bir metafor arıyorum yine. İrlanda direniş tarihinin derinliklerinde bir yerde buluyorum onu. Pırıl pırıl parıldıyor yıldızların içinde.

Kendimi yıldızların çekim gücüne kaptırıyor, peşlerinden gidiyorum. “İrlanda’nın Shakespeare”i diye anılan Sean O’Casey’in ilk kez 1926’da sahnelenen “Plough and the Stars” (Pulluk ve Yıldızlar) oyunuyla karşılaşıyorum önce. Adının içinde yıldızların geçmesi ve konusunun 1916 Paskalya Ayaklanması olması ilginç geliyor. Oyunun ismini İrlanda Yurttaş Ordusu’nun ilk resmi bayrağı olan “Yıldızlı Pulluk”tan (Starry Plough) aldığını öğreniyorum. Yeşil fon üzerine altın renginde işlenmiş ucu kılıçlı bir pulluk ve onun etrafını saran gümüş yıldızlar… Bu sembolün içinden bir küçük kelime oyunu selamlıyor bizi. Zira “Plough” hem pulluk hem de Büyük Ayı takımyıldızı anlamına geliyor İngilizce’de. Bayrağın taşıdığı bu çift anlamı ve derinliği bize en iyi açıklayan İrlanda Yurttaş Ordusu’nun kurucularından James Connolly oluyor doğal olarak. “Rüzgarın salladığı arpaları”1 biçen pulluk, emek kavramı ile eşleştirildiğinden sınıfsal mücadeleyi simgelerken, görünüşü Büyük Ayı takımyıldızını andırdığından “Yerden göğe kadar kendi kaderini tayin eden özgür bir İrlanda’yı” vurguluyor diyor Connolly.

Kader ve yıldız sözcükleri yeniden bir araya gelince kayıp parçalar yerleşiyor yerine. Şimdi hem içindeyim romanın, hem dışında. Öyle arada bir yerde… Kathleen’in Julia’ya anlattığı yıldızlar aslında bunlarmış diyorum kendime; yüzyıl sonra meta(f)orlar gibi parıldıyorlar gözlerimde.

Gerçek hayatta Kathlene’nin Julia ile ya da onun bir benzeriyle karşılaşıp karşılaşmadığını bilmiyorum. Ama James Connolly ile yollarının 1913’deki Dublin lokavtında, işçilere destek amacıyla kurulan aşevlerinden birinde kesiştiğini öğreniyorum. Güzel bir dostluk kuruluyor aralarında. Paskalya Ayaklanması başladığında Connolly “Yıldızlı Pulluk”u taşıma görevini tıpkı bu bayrak gibi birden fazla sembolü bünyesinde barındıran Kathleen’e veriyor. Kathleen “doktor, kadın, feminist kimlikleriyle tam da Connoly’nin hayalini kurduğu, eşitliğe dayalı bir İrlanda’yı sembolize ediyor çünkü.” Fakat bu sembolik görevinin dışında daha somut bir rolü var Kathleen’in. Ayaklanma sırasında yaralananlara ilk müdahaleyi yapan sağlık ekiplerini o yönetiyor. Mermilerin, ölülerin ve yıkıntıların arasında tuttuğu günlüğüne yazmış orada yaşadıklarını. İşgal ettikleri belediye binasını kumanda eden Sean Connoly’nin vurulduğunu, oracıkta can verdiğini anlatıyor günlüğün bir bölümünde. “Bir şey yapamadık” diyor. Sean ölünce işgalin kumandasını Kathleen devralıyor. Burada duruyorum. Her şey dursun istiyorum o an. Gidenlerden geriye kalan hüzün, yenilmenin verdiği öfke ve unutulmanın hayal kırıklığı… Her şey durduğunda içimdeki sessizlikte duyduklarım bunlar. İçime şöyle bir bakıyorum; yine de umutsuzluk yok. Hâlâ yok. Diğer kahramanların arasında adı unutulsa da tarihin derinliklerinde bir yerde Kuzey Yıldızı gibi parıldayan kadınlardan biri Kathleen, bunu biliyorum. Yıldızların ve tesadüflerin peşinden gidersek karşılaşacağımız kahramanlardan biri o…

İrlanda bağımsızlık tarihinin kahramanları arasında en çok James Connolly ve Sean Connolly’nin isimleri duyuluyor. Biz, yani bizim coğrafyanın insanları, onları William Butler Yeats’in Paskalya 1916 şiirinden tanıyoruz daha çok. Ama aslında onlarla, o dönemin İrlandalı çocuklarıyla yollarımızın kesiştiği hikayelerimiz, göz ucuyla okuduğumuz bir şiirin çok ötesinde. İngiliz Kraliyet Donanması’na ait gemilere bindirilip bizim topraklara, Çanakkale’ye, taraf olmadıkları ve istemedikleri bir savaşa gönderilen çocuklar onlar. Eskilerden, öylece kulağıma çalınan bir İrlanda halk şarkısı, Foggy Dew geliyor aklıma, İrlandalı çocukları düşününce. Daha önce Sinead O’Connor’dan duyduğum şarkıyı tekrar, daha dikkatlice dinliyorum bu kez. Şu dizeleri daha önce nasıl ıskaladığıma şaşırıyorum:

“İrlanda göğünün altında ölmek, Seddülbahir’de ölmekten daha güzeldir.”

Şarkı, hüzünlü melodisiyle beni alıp yıllar öncesine, Seddülbahir Kalesi’nin restorasyonunda çalıştığım o sıcak yaz günlerine götürüyor. Kalenin duvarlarına kurulmuş tahta iskelenin üzerindeyim. İskeleden aşağı sarkıttığım şakülün ardından düşerek akıyor zaman; duvarların arasına sıkışıp kalmış savaş mermisiyle karşılaştığım o anda asılı kalıyor. Kale duvarındaki iskeleden ayaklarını sarkıtıp gökyüzünü seyreden o küçük kızım şimdi yine. Meğer ne çok hikaye gizliymiş o merminin de, o anın da içinde. Parmaklarımın arasındaki mermi, hikayesiyle yeniden buluşmuş olmanın sevinciyle parıldıyor güneşte.

Şakülü yer çekiyor, beni yıldızlar… Seddülbahir göğünden İrlanda göklerine uzanıyorum yeniden.

Yıldızların Çekim Gücü’ndeki Julia’nın aynı evi paylaştığı erkek kardeşi Tim de Seddülbahir’den geri dönen askerlerden biri ve savaştan döndüğünden beri konuşamıyor ya da konuşmuyor. Savaş sonrası travma yaşayan işsiz ve yoksul İrlanda halkı, bir de üstüne salgınla karşılaşınca devrim yapmak isteyen isyancılara pek de hoş bakmıyor. “Krala isyan etmenin sırası mı şimdi?” diyor çoğunluk. Kitleleri arkasına alan büyük bir hareket yok henüz. Ama halkın içinde mücadele eden Julia ve onun gibilere doğru soruları sordurup düşünmeye teşvik eden Dr. Lynn gibi figürler var. Belki de bu yüzden savaşa ve salgına rağmen (ya da belki sayesinde) bir mucize oluyor. Paskalya Ayaklanması’ndaki “yenilgiden” üç yıl sonra, Yeats’in sözleriyle oradan, o yıkıntıların arasından “korkunç bir güzellik doğuyor.” İrlanda, İngiliz Kraliyeti'ne karşı bağımsızlığını ilan ediyor ve “kendi kaderini tayin eden özgür bir İrlanda” kuruluyor.

Dr. Lynn bundan sonra da durmuyor; her zaman hayatın içinde mücadeleye devam ediyor. Yoksul çocukların sağlığına ve eğitimine adıyor bütün yaşamını. Hastane kuruyor. Hayranlık uyandıran, hiç bir koşulda umut etmekten vazgeçmeyen, gerçek bir savaşçı o.

Onunla tanışmamı sağlayan romanın sonlarına doğru şöyle diyor Kathleen; "İnsanlık her salgınla ya da her çıkmazla her seferinde başa çıkmayı becerir. Dünyanın aldığı her yeni biçimde varlığını sürdürmeyi bir şekilde öğrenir.”

Herkesin eve kapandığı ve dünyanın sonunun yaklaşmakta olduğunu düşündüğü günlerde, Kathleen Lynn’i hatırlatacağım kendime bundan böyle. Umutsuz olursam da “rüzgarın salladığı arpaları” biçen ve her şeyin aslında bizim elimizde olduğunu anlatmak için, sanki sinyal verir gibi, yüzyıllardır göz kırpan yıldızlara bakacağım önce. Kadere değil, üzerlerine ne yazacağımızı sabırsızlıkla bekleyen yıldızların etkisine, onların çekim gücüne inanıyorum ben de. Bir de tesadüflere…

1The Wind That Shakes The Barley. Türkçe'ye Özgürlük Rüzgarı olarak çevrilen, İrlanda Bağımsızlık Savaşı'nı konu alan Ken Loach filmi. Adını "The Wind That Shakes the Barley" şarkısından alıyor.