Toplumsal etik duygumuzu mu yitirdik acaba, kimliğimiz gibi? Ne oldu bize de, böylesi kötülükler fışkırıyor her gizli saklı köşeden?

Yılın en karanlık gecesini karşılarken

Meriç KIRMIZI

İnsan psikolojisi çok değişken bir yapı… Nesli Zağlı’nın herkesin kendi psikolojisini çözmeye kendisini adadığını yazması boşuna değil. Belli ki kimse kendisini anlamıyor; bu böyleyse başkalarını daha da az anlıyor olmalıyız. Eh, bunca çatışma durup dururken ortaya çıkmıyor. Kendi psikolojimizi çözme çabalarımız kadar bir başka ortak çaba da kimlik arayışı, bana kalırsa. Bunca tez öğrencim kimlik kavramına takılıp kaldığına göre, demek bir yerlerde kimliğimizi yitirdik, zorunlu olarak arıyoruz onu şimdi. Bireysel, toplumsal ve mekânsal… Toplumsal ve mekânsal olanları toplumsal birliğimizle birlikte yitirmiş olacağız, çünkü bunlar birbirleriyle ilişkili… Zaten bir süredir eli kalem tutan birçok kişi toplum olup olamadığımızı soruyor, yazılarında. Bir toplumbilimci olarak bunun sorulmuş olmasını önemsiyorum. Yanıtıysa her bakımdan güç, gerçekten… Japonya daha bir toplum sanki? Yalnızca, hâlâ maske takmalarına dayanarak söylüyorum bunu, başka pek bir şeylerini bildiğimden değil. Yönetim insanına saygı duyuyor, insanı kendisine ve başkalarına… Toplum dediğin de böyle bir ortak varoluş olsa gerek, karşılıklı sevgi, saygı, özen ve inceliğe—her iki anlamında da toplumsal maskelere—dayalı.


Bir de etik konusunda iyidir, Japonlar, bakmayın birkaç yolsuz politikacısına ve şirket patronuna. Etik de her şeyin başıdır zaten, insan olmak etikle başlar dersek abartmış olmayız. Başka bir güncel önemli tartışma konusu da bu: toplumsal etik duygumuzu mu yitirdik acaba, kimliğimiz gibi? Ne oldu bize de, böylesi kötülükler fışkırıyor her gizli saklı köşeden? Bunun da birçok yanıtı var ve en doyurucularından birini Can Serhat Halis verdi, bir gazete yazısında. Bir bakıma şunu dedi: aşağıdan yukarı değil, yukarıdan aşağıya yayılan bir toplumsal çürümedir bu, olsa olsa. Başka önemli düşünürlerimiz de üstüne şunu ekledi: etiği neye göre ve nasıl tanımladığınız da önemlidir. Örneğin, Örsan K. Öymen okullarda ahlak felsefesi dersi okutulmalı derken, Erdal Atabek uygarlığın ahlakı laik ahlaktır diyerek, ahlakı dinsel alandan özgürleştirip herkesin kıldı.

Bütün bu tartışmalara ek olarak, dünyada genelinde de ünlü düşünürler bugünün kozmopolit, giderek karmaşıklaşan ve ayrıştırılan toplumlarında bizden çok ayrı insanlarla barışçıl bir biçimde birlikte nasıl var olabileceğimizi sorgulayıp, yanıtlamaya çalışıyorlar. Bu tartışmaların ortak bir noktası olarak yabancılarla aramızdaki uzaklık konusu önem kazanıp, öne çıkıyor. Yunanlı mimar Stavros Stavrides kentsel alanda bizden ayrı olanlarla aramızdaki uygun uzaklığı sağlamanın bizi kentsel heterotopyalara götüreceğini söylerken, Fransız felsefeci Hélène L’Heuillet aynı tartışmayı komşuluk ilişkileri üzerinden yapar ve kitabında şunları söyler: “Ne kadar yakınlaşırsak birbirimizden o kadar nefret ediyoruz” (65) ve “Utanç yitip gittiğinde şiddet patlak verir” (47). Belki kadınlara en çok şiddet uygulayanların kendi yakınları ve tanıdıkları olması bundandır ya da bir kere savaş patladığında utancın, etiğin unutulması ve insanın insanlıktan çıkması da öyle...

Ben de yılın en uzun gecesinin ve Noel’in öncesinde bir akşam oturmuş neler düşünüyorum... Belki de insanın yakın çevresindeki tanıdık insanların kimi zaman ne kadar can sıkıcı olabildiklerini gözlemleyince ya da hemen ötede eğitim işlevi olan bir kamusal alanda tekbir getiren kalabalıklara denk gelmiş ve buna bir anlam verememiş olmanın hüznüyle bütün bu soru ve tartışmalar geldi, aklıma. Politikacıların vefa bilmez fırsatçılıklarına içerlemekten de olabilir. Bir tartışma programının izleyicisi bir hanım “Karadenizli siyasetçilerden GINA geldi” diye izleyici yorumlarına yazmıştı da, içimden tepkisinin doğallığına ve içtenliğine gülmüştüm. Politikayı ve demokrasi tartışmalarını da koyun, yukarıdaki bütün soruların arasına. Gerçekten, neden bir Alevi cumhurbaşkanımız olamasın? Bir kadın cumhurbaşkanımız olamasın? Olduğu gün, uygar bir toplum olduğumuzun da imi olacak. Geçen Pazartesi akşamı ıslak karanlıkta sokak kedilerimi atlamaya gönlüm razı gelmeyince—o havada ortalıkta kedi mi kalır!—yine otobüsten birkaç durak önce inip, Karadeniz’in gürlediği deniz kıyısından eve doğru yürüdüm. Sonra deniz kıyısındaki büyük bir Migros’un tentesinin olmadığı kapısında maskem, şemsiyem ve kapüşonumla cebelleşir ve bir yandan da delimtrak bir biçimde Migros’a yağmuru hesaba katmadığı için söylenirken, tanıdığım market çalışanlarından temiz yüzlü bir çocuk olanca mahcubiyetiyle koca mağazanın kapısında karşıladı beni: “Hoş geldin abla!” İçeri girince yine tanıdığım iki kadın çalışan dışarıdaki kış kıyamete aldırış etmeden gayet evcimen ve korunaklı bir biçimde yılbaşı standını düzenliyorlardı. İşte böyle, toplum gibi bir şey, aynı kendini evinde duyumsamak gibi…