Sanatçılarımızın büyük bölümü artık siyaseten emekli oldular. O kadar büyük bir geri çekilme oldu ki sonuçta hayatın karşısında tavırsız gibi yaşıyorlar. Sinemamız ve tiyatromuz halkla bağlarını kopardıkları için, daha çok da halk içinde etkileri çok düşük olduğu için “toplumcu” değiller, onun yerine yeni bir birey icat ettiler, tabii yerseniz.

Avrupa’da artık sistem benzeri olarak geriledi, geçmişte iktidara direnmek gerekiyordu, savaş konusunda ise barışçı oluyorlardı, Hümanizmden, Kardeşlikten ve hatta Uzlaşmaktan söz ediyorlardı. Şimdi ise bunların yerini başka şeyler aldı, bu yeni öğeler içinde Evrensel İnsan Hakları geriledi, Aydınlanma arka planda kaldı, Hümanizm yerini kötümserliğe bıraktı, Peace Pledge Union denilen yani Barış Taahhüt Edenler Birliği, ya da Barış Yemini Edenler Derneği gibi meşruiyete dayanan ve Kardeşliğe kendini adamış yapılar da geriledi.

Şimdi dünya genelinde artık aydınlarımız yok. Sanatçılarımız da İnsanlığa seslenmiyor. Tam aksine aydınlar büyük oranda sistem içinde yer edinmek için belirli iktidar odaklarına sesleniyorlar, onlardan icazet alıyorlar. Estetik ve Gerçekçilik belirli şekillerde yerlerini reel politik duruşlara bıraktı. Bütün bir Avrupa genelinde artık hiçbir sanatsal akım yok, bu akımların dayandığı dünyayı ortak şekilde duyumsama ve dünyaya ortak bir tavır alarak yaklaşma yok. Biçim parçalanırken, dünyayı yorumlayışlar da parçalı hale geldi. Bu parçaların ise kökleri insanlığın barışına, hümanizme, kolektif değerlere değil, tam aksine dünya içinde yerini kaybetmiş “bireylere” götürüyor. Sanatlar coğrafyasızlaştı, sanatçılar yurtsuzlaştı, sanat eseri de konumunu ve duruşunu kaybetti.

Artık çatışma kültürü tanımsızmış gibi, nereden geldiği belli değil, kimliği belirsiz bir terörden korkuyorlar. Bunun yerine belirsiz şiddetten korkuya dayalı ve giderek daha fazla önlem-tedbir başlıklarında kendi hapishanesini kendisi ören “modern dönem insanı” ve “yaralı uygarlık” durumları karşımıza çıkıyor. İnsanlar artık birbirlerinden korkuyorlar, ama daha korkuncu da var, artık yeni modern ve yaygın bir fenomen var:

Modern insanın korkunç hakikati şu: Bu insanlar o kadar derin bir atomizasyon yaşıyorlar ki o kadar şiddetli biçimde insanlar birbirlerine dokunamaz ve birbirleri için bilinemez hale geldiler ki, şimdi pek çok birey kendisinden de korkuyor…

Eğer güç sahibi olsa ve eğer bir araca sahip olsa, neler yapacağından ürkecek modern insan yalnız, korkak ve saldırgan bireylere dönüştü. Ben gerçek hayatta da çok rastladım ve iyi biliyorum, bir yere “münakaşaya” giderken içlerinden en sakin arkadaşını da götüren ve orada bana mukayyet ol diyen modern yalnız birey dönemindeyiz. Beni yalnız bırakma, kendimden korkuyorum diye suicide halini anlatan ve bunun için yalvaran bireyler var…. Bugün ülkemizde ruhumuz o kadar derin yaralar ile dolu ki bilinmeyen veya varlığına katlanılamayan “ötekiler” üzerinden atomize olmuş yalnızlaşmış hatta ürkmüş insanlar sanal düzlemde kendi aralarında “yapay bizler” üretip “şiddet yanlısı” yapılanmalar üretiyorlar. Bunların pek çok örneğini hayatın içinde ben gördüm ya da bana anlattılar:

Gezi olayları sırasında Abbasağa Parkında bir forum olmuş, burada bir Kürt kaybettiği yakınını anlatıp öfkesini kusmuş. Bir Türk de aynı durumu kendi yakını üzerinden yaşamış ve o da öfkesini kusmuş. Forumun devam etmesi için bu iki insanı bir kenara almışlar, onlar yaşadıklarını birbirlerine anlatmışlar, aralarında bir gözyaşı kardeşliği olmuş ve birbirlerine sarılıp hıçkırıklarla ağlamışlar. Eğer o iki insan forumdan ayrılmamış olsalar ve orada tartışmaya devam etselerdi, büyük olasılıkla ya kavga edeceklerdi ya forum devam ettirilemez olacak şekilde kilitlenecekti ya da forumdakiler çekip gideceklerdi. İşte sanatın kendisi bu, işte mükemmel bir kısa film hikayesi: TEK KUSURU ACI VE HAYATIN KENDİSİ, BİRBİRLERİMİZİN GÖZYAŞI EĞER ÖTEKİNE KARDEŞLİK ÇAĞRISI DEĞİL DE “OH CANIMA DEĞSİN” ÇOCUKÇA TAVRINA NEDEN OLURSA ORAYA ASLA BARIŞ GELMEZ.

İşin özeti ve sanatın hası burada: gerçeğe giderseniz, insanları dinlerseniz Fransız Devriminin ilkelerine sarılıyorsunuz –benim gibi, ömrümce bu değerlere bağlı kaldım- Eşitlik, Özgürlük ve KARDEŞLİK. Ben meydanlarda tamamen ruhen inanarak YAŞASIN HALKLARIN KARDEŞLİĞİNİ HAYKIRDIM ve buna inandım. Sanatımızın da bunu yapması gerektiğine inanıyordum. Ama şimdi geçmişe bakıyorum, ne Avrupa’dan gelen sanat eserlerinde ne de Türkiye’de üretilen eserlerde bu Kardeşlik Türküsünü bulamıyorum. Tam aksine alınmayan hıncı, kusulmamış öfkeyi ve dramatik yapıyı kurarken üretilen açık ötekileştirmeyi –ve bir adım ötesindeki nefreti- görüyorum. Godard gibi sanatçıları büyük yapan, bütün bu tuhaf taraflaşmanın bir parçası olmayıp, tam aksine kamerasını ötekinin sözcüsü haline getirmesi değil miydi?

O zaman da geçmişe dönüp içinde büyüdüğüm sosyalist değerlere minnet ediyorum, hiçbir zaman nefret ve ötekileştirme kültürüne ait olmadım ve parsel parsel bölünmüş dünyadaki iktidar odaklarının aleti olmadım. İnancıma göre de:

1- Yardım, muhtaca yapılır, insan ruhunun gizli utancından kurtulmak için, en azından biraz teskin olmak için,

2- Yargılamayın Yargılanacaksınız, sözüne bütün kalbimle inandım, bunun benim yorumum da basit, bu dünyada Mazlumlar değil, Muktedirler yargılanır, çünkü asıl erk olan ya da bir büyük erke aracılık eden seçme şansına sahiptir, onlardır güce sahip olan ve onlardır yıkıcı olan.

3- Ötekileştirme yapan ve giderek nefrette birlik üreten her yapı, kendi ideolojisini araçsallaştırır ve öfke/nefret insanı yönetmeye başlar. Yani kişi o aşırı duygusunun aracı olur. Bu yapılar için de geçerlidir. Onun bir adım ötesinde ise öfke ve nefret kusan yapı, dümeninin kendisinde olmadığı bir aracın parçası olur. Ondan sonra da ne araç kalır, ne değerler, ne ideoloji, ne de nefret: Akıl tutulması başlar.

GÜNÜMÜZDE DÜNYA GENELİNDE HİÇBİR SANAT AKIMININ OLMAMASINI

VE ESTETİĞİN MODERN YAŞAMDAN BU KADAR GÜÇLÜ BİÇİMDE SÜRGÜNE GÖNDERİLMESİNİ:

EVRENSEL İNSANLIK DEĞERLERİNE SALDIRANLARIN ZAFERİ OLARAK GÖRÜYORUM.