Psikanalize göre filmler yönetmenlerin bilinçdışını sergiler. Doğru ama büyük oranda eksik! Toplumbilimi bilmeyen ve toplumsal genel eğilimleri her zaman geç anlayan biri olarak Freud, sanat eserlerinin aslında toplumsal kolektif bilinçaltını ve bilinçdışını sergilediğini fark etmiyor.

Mesela bir örnek: 1914’te Birinci Dünya Savaşı’nın başlamasından çok önce Bolşevikler ve önderleri Lenin, dünyanın savaşa gittiğini formüle ettiği gibi, bunun devrimci mücadelede iyi bir öngörüyle devrimle taçlandırılması gerektiğini de hem söylemiş, hem yazmış, hem de örgütünün bütün çalışmasını bu tespite göre yeniden yapılandırmıştı. Oysa Freud, 1914’teki savaş çığırtkanlığına kucak açmış, Avusturya’nın zaferle dönmesi için heyecana kapılmıştı!

Şimdi yukarıdaki tespiti Yılmaz Güney’e uygularsak, onun hakkında yapılan belgesellerin zaman içinde nasıl değiştiğine baktığımızda:

Tam anlamıyla proleter olarak doğan ve bütün ömrü boyunca ‘ağasına karşı direniş’ modelini zaman içinde liberal kültür mafyasına (aydıncıklarına), sonrasında İstanbul’daki Beyaz Türklere, sonrasında siyasal bilinçle siyasi iktidara yöneltmiş bir ‘bilinçli proleterin’ yaşamını anlatan belgesellerin, giderek çok daha fazla onun sınıf mücadelesini değil, kimlik mücadelesini anlatmaya başladığını görüyoruz.

Ne acı ve hatta bir ülkede sosyalist hareketin gerilemesi sonrasında, niçin toplumun akıl tutulması yaşadığının da en açık göstergesi. Çünkü Yılmaz Güney esasında ve özünde sınıfının savaşçısıydı, kimliğinin değil.

İçinde alev alev bir toplumsal devrim isteği ve mücadelesi yanardı.

Bugün bunların yerine tam anlamıyla Batılı liberal eğilimin bir parçası olarak ‘sahte-mücadele yüzeyi’ olarak kimlik mücadelesi öne çıkartılıyor.

Oysaki Yılmaz Güney’i tanıyan herkes bilir, o sınıfının neferiydi ve devrimin işçisi olmak istiyordu!

1970’te Umut’un büyük başarısından sonra Onat Kutlar ve Hüseyin Baş (TKP üyesiydi) ile yaptığı söyleşide açıkça çocukluğunu anlatmış ve sınıfını asla unutmayacağını eklemişti. Bir daha kimsenin atı olmak istemeyen köylü çocuğu, aslında burjuvazinin de onu kullanmasına karşı bilinç kalkanını yükseltiyordu. Sosyalist hareketin içinde yeniden kendini tanımlarken mücadelesini de ‘sınıf bilinciyle’ bilemeye başlamıştı.

Oysa son on yıldır yapılan bütün belgesellerde karşımıza ne çıkıyor? Ulusal sorun ve Yılmaz Güney belgeselleri izliyoruz. Çirkin Kral Efsanesi adlı belgesel bu tip belgesellerin en iyisi. Bu doğru, şimdiye kadar yapılan bu tip belgesellerin en iyisi. Ama peki geçmişte ne vardı? Önce Alman televizyonunun, sonrasında ise İsveç televizyonunun yaptığı belgesele baktığımızda ne görüyoruz (ilki 1978, ikincisi 1980’de yapılmıştı)? Tam anlamıyla ‘sınıfsal mücadele ve sınıf bilinci’ üzerine kurulu. Alman ve İsveç televizyonları kendi ülkelerinde marksizm ve bunun sosyalist mücadelesi hakkında kendi halklarını uyandırmak için Yılmaz Güney’i çarpıtarak, sınıf mücadelesini öne çıkarıp, kimlik mücadelesini arka plana atmamışlar ise! Bu durumda sonuç çok nettir: 1970’lerin devrimci hareketinin neferi, 1970’lerde sosyalist solun sinema sanatındaki en güçlü sesi, uluslararası alanda üçüncü dünyanın halkçı ve sosyalist direnişçi sinemacısı, artık itinayla bir kimlik mücadelesinin neferine indirgenmiş durumda.

Oysa Yılmaz Güney, daha 1960’larda sinemada ünlenirken bütün sektör onu zaten Kürt Yılmaz olarak biliyordu. Ne saklanılan ne de filmlerinde izi görülmeyen bir şeydi ki kimliği. Tam aksine Yılmaz Güney Umut’u, Zavallılar’ı, Sürü’yü kimlik mücadelesi olarak çekmedi, Arkadaş’ta en açık haliyle gösterdiği gibi halkına hizmetini, ona sınıf bilinci kazandırmak için yapıyordu ve sınıfının yiğit kavgacısıydı.


Çirkin Kral Efsanesi
Yönetmen: Hüseyin Tabak
Belgesel, 122 dakika