Yılmaz Güney’i anmak ve mirası

Bir mirasın güncelliği nedir? Yılmaz Güney’i bugün anmak ne anlama geliyor?

Yılmaz Güney’in mirası kadar tuhaf biçimlerde heder edilen bir sinemacı mirası yok günümüzde! Bugüne kadar nedense en tuhaf en yeteneksiz ve en parsacı insanlar bu miras hakkında konuştular, hatta bu mirasa sahip çıkamadık diyerek! Bu insanların yaptıklarına baktığımızda elleriyle ve sözleriyle kendi pratikleri Yılmaz Güney’in manevi ve estetik mirasını yağmalıyordu. O miras adına konuşurken Yılmaz Abi’nin değerlerine saldırıyorlardı: çürümüş insanların sol adına, sanat adına ve direnen aydın adına Yılmaz Güney’in mirası adına ve onun için konuşmaları hepimiz için tuhaf, ama işte gerçek.

Türkiye’de sinemaya baktığımızda ne görüyoruz? Bugün sektörde ne çalışanlar için ne de izleyicilere ülkemizin hakikati hakkında ‘doğru’yu gösteren hiçbir isim yok, bu ülkede bir mirasın bu denli hoyratça yağmalanması ve bir manevi halk önderine bu kadar açıkça saldırılması hepimiz için çok üzücü. Çok düşündürücü bir şey bu: çünkü örneğin Nâzım Hikmet’in mirasına böylesine saldırılar yapılmadı! Neden derseniz, ben iki şey söyleyeceğim:

1. Nâzım Hikmet bu denli kirli bir dönemden çok önce vefat etmişti, Nâzım Hikmet vefat ettiğinde daha duvarlar üzerimize yıkılmamıştı. O yıkılan duvarların altında ilk önce ‘manevi değerler ve mücadele azmi’ kaldı.

2. Nâzım Hikmet bir paşa torunu idi, hani şu eğitimli falan dediklerimizden. O başarıları ona yakıştırdılar.

Yılmaz Güney ise sokak lambasının altında, evinde elektrik olmadığı için ilkokulda ders çalışmış bir çocuktur. Daha ilkokulda proleterlikle tanışmış ve düzenli bir iş yapmış birisiydi. Kısaca bir marabanın oğluydu, daha beşiği sallanırken babasının yanından kan davalı olduğu için silahını ayırmadığı bir yetimin oğluydu.

Günün birinde o yetimin oğlu gelip de Altın Palmiye aldığında, kırmızı halıda bir devrimci gibi yürüdüğünde, Türkiye’nin kolejli pek çok solcusu ikili bir paradoksla karşılaştı:

1. O kolejliler değil de bir marabanın oğlu Cannes’da kırmızı halıda yürümüş ise, o kolejlilerin tamamına yakını kifayetsiz muhteris idi.

2. O marabanın oğlu kırmızı halıda düzene iltihak etmiş ve rejimin albenili bir oğlanı değil de, o kırmızı halıda kökenini ve devrimci kimliğini çiğnemeden yürümüş ise, Türkiye’deki o kolejli afralı tafralı ‘sanatçılar ve sanat-sevicileri’ aslında kayda değer hiç sanat yapmamışlardı. Mesele ne sansürdü ne de ‘anlaşılamayan, hor görülen Doğulu’ idi. Mesele basitti, ürettikleri sanatımsı şeyler ne estetik ne de direnişçi sanatçının ahlakı ile bir ilgisi vardı.

Her iki paradoks sonucunda da bu insanlar kendi değersizliğine ulaşıyorlardı, sonuçta onlar değersizliklerini kabul etmek yerine, kendileriyle yüzleşmek yerine, ‘Ayna’ya çamur attılar, kısaca Pamuk Prenses masalındaki cadıya makyaj yapmayı seçtiler. O cadının suretini de Türkiye’de aydın olmak ve nezihlik adına ‘viski masalarında’ sattılar: Albeninin şahı diye. Yılmaz Güney Türkiye’de halkın sevgilisi olduğu kadar, Türkiye’deki sanatçıların da ‘Riya Aynasıydı’, kulaklarına fısıldıyordu hepsinin, “Hepiniz bir hiçsiniz”, hem de asla bir şey demeden, yalnızca yaptıkları karşısında bu insanlar kendi varlık nedenlerinin beyhudeliğini mantıksal çıkarımla buluyorlardı ve bundan da derin bir agression üretiyorlardı. Kısaca buna zavallılığın paradoksu diyoruz.

Türkiye böyledir, mesela Akad hayatının hiçbir döneminde Yılmaz Güney’e ilişkin çamur atayım kendimi yükselteyim havalarına girmedi. Ama diyelim ki pek çok ‘sanatçı ve sanat-sevicisi’ her biri ‘deve tarif eder gibi’ binbir çeşit suret çıkardılar Yılmaz Güney konusunda, Yılmaz Güney gerçek anlamda:

1980 öncesinde Türkiye’de halkın çocuğuydu ve halkın içinden gelerek ‘Bizans’a meydan okumuştu, o yıllarda eğer bir ayakkabı boyacısı çocuğun Yılmaz Güney’in filminde neler hissettiğine baktığımızda -çok şükür bunlara ilişkin görüntülü kayıtlar var elimizde- onların sözleri en kocamış eleştirmenlerin ve sanat sevicilerinden daha iyi daha estetik bir söylem üretiyor. Yılmaz Güney’in ardından onun hakkında dili kara çalan saldırı kampanyalarına baktığımızda ne görüyoruz? Tek bir ‘sanat’ tartışması olmadı, olan bir varlığın kendisine tahammülsüzlük gösteren sefaleti sergiliyordu.

Yıllar önce STP Sosyalizm afişleri astı: İşte Nâzım Hikmet, Deniz Gezmiş… Bunlardan birisi de Umut’un afişiydi: ‘Umut Sosyalizmde’ diyordu afiş. Neyse bunlar asıldı, millet ürkerek afişe çıkıyordu o zamanlar, bir de baktık ne oldu, Yılmaz Güney afişi asıldığında esnaf ve işçiler kendisi için afişten istiyor, bildiğiniz motor tamircisi afişi alıp dükkânına asıyor. Aradan on yıl geçiyor, gidiyorsunuz afiş duruyor. Milletin manevi bağlılığı budur, bir de sanat sevicilerinin manevi bağlılığına bakıyorsunuz: Onlar viskilerini içerken ‘dili kara çalan övgüler’ eşliğinde konuşuyorlar. Aslında geçmişimize ve ortak değerlerimize küfür ediyorlar. Türkiye’de bir miras adına konuşan insanların bu kadar açık ve net biçimde o mirasa saldırarak konuştukları ideal ortak paydamıza: “Yılmaz Güney” diyoruz.

Bir de tabii yılmamak var. Yılmaz Abi yılmadı, yılanlar ise yılana dönüştüler, manevi değerleri zehirleyen dilleriyle.