ZAMANSIZ DÜŞÜNCELER

Yılmaz Güney’in dilinden YOL’un gerçek hikâyesi-1

Sürü çok şaşırtıcı ve başarılı bulunmuştu, adım yeniden Avrupa’da bilinir oluyordu böylelikle. Ardından Düşman geldi, ne yazık ki o filmi tam kontrol edemedim, yönetmeni yorulmuştu, istediğim gibi olmadı, çünkü temposu düşündüğümden zayıftı, bu nedenle aslında bütün senaryoyu filme sığdıramamıştık, bazı şeylerin yeniden çekilmesi de gerekiyordu, kurgunun da değiştirilmesi. Bir gün Zeki Ökten’le hapishanede filmi sessiz seyrettikten sonra oturup konuştuk, eleştirilerimi söyledim, bunların bir kısmını yapmaya çalıştı, seslendirmeden sonra yeniden gördüm filmi, radikal kararlardan söz ettim, ama Zeki “benim için bu film bitmiştir, yapacak hiçbir şeyim yok” diyordu.

O haliyle Türk Film Arşivinde yazarlara ve yönetmenlere filmi gösterdik, tartışmalar dönüp dolaşıyor iki konuda birleşiyordu:

Birincisi Sürü filmi ile Düşman karşılaştırması, ikincisi ise filmin yeterince akmadığı meselesi, ilki beni çok ilgilendirmiyordu, bu eleştirilerin ve düşüncelerin benim için orijinalliği yoktu, ama ikinci meselede genel olarak seyredenler bir seyirci olarak fikirlerini söylüyordu ve bunlar da benim saptamalarımla büyük oranda çakışıyordu.

Düşman’ın gösterim macerasından, yeniden film yapmaya kalkmadan önce Türkiye’de bir Midnight Express tartışması başladı. O yıllarda Elia Kazan birkaç kez Türkiye’ye gelmişti, Türkiye Alain Parker’ın filmini bir gurur meselesi yapmıştı, batılılara Türkiye’deki hapishaneleri gerçekten anlatan bir film yapıp, bunun da uluslararası bir başarı göstermesi ve filmin ülkemizin yüzünü ak çıkarması talebi dile getiriliyordu. Ben de yıllardır hapisteydim, öyle ki komiktir ama gerçektir, ben 1958 yılında sinemaya girdim, senarist-oyuncu-reji asistanı olarak, ilk filmim Bu Vatanın Çocukları idi, severim bu filmin adını, Türkiye’de çekilen son filmim Yol oldu, dünya prömiyerini 1982’de Cannes Film Festivalinde yaptı, sayarsanız toplam 24 yıl eder.

1958-61 yıllarında sinema da çalıştım, 3 yıl eder, o yıllarda potansiyel mahkûmdum, çünkü komünizm propagandasından yargılanmış ve ceza almıştım, davam temyizdeydi. 1961-63 arasında hapis ve sürgündeydim. 1963-1968 arasında sinema yaptım, 1968-1970 arasında askerdim. 1970-72’de dışardaydım ve sinema yaptım, 1972-74 arasında yine hapisteydim. Üç ay dışarda kaldıktan sonra 1981 yılına kadar yine hapiste kaldım.

Toplam 11 yılı aşkın süre hapis ve sürgündeyim, 2 yıl da askerlik, eder 13 yıl, o zaman geriye 11 yıl dışarıda sinema yaptığım kalır, gerçekte ancak 10 yıl ve birkaç aydır, yani dışarda olmaktan daha çok içerdeyim. Bu nedenle ilk hapislik ve sürgün de dahil, hapisteyken de askerdeyken de film yapmaktan başka çarem yoktu, çok az insan bilir, 24 yaşındaydım ilk hapse girdiğimde, ama orada bile senaryo yazmış, sürgündeyken görüşmelerini yapmış ve satmıştım da.

Elia Kazan’a siyasi iktidar Türkiye’deki hapishaneleri anlatan bir film yapma önerisi getirdi, Elia Kazan’da “bunu en iyi Yılmaz Güney yapabilir” dedi. O yıllarda Kazan’ın sık sık Türkiye’ye gelmesinin nedeni, Türkiye’de doğup büyüdüğü yıllar ve buradan Amerika’ya göç etmesini anlatacak olan filmini yapabilmek için maddi destek bulmaktı. Hollywood’da emekli olmuştu, artık projelerini destekleyen bir yapımcı yoktu, Amerikalılar da bu hikâyeyi çok Amerikan bulmadıkları için senaryosu projesiz kalmıştı, Türkiye onun için kendi geçmişini hatırlatıyordu.

Sürü ve Düşman benim 1972-74 arasındaki defterime yazdığım hikâyelerden beslenir, bunlar 5-10 sayfalık notlara dayanıyordu, bazıları hikâyeler, bazıları kimi karakterleri anlatıyordu, çıkınca yapmak istediğim filmlerin ilk taslaklarıydı bunlar, o kadar çoktular ki hepsini çekmeye ömrümün yetmeyeceğini biliyordum.

Ama ben CHP iktidarı ile artık yarı açık İmralı Cezaevine gönderilmiştim, zaten hangi cezaevine gitsem, orada siyasi iktidarla ve hapishanenin yöneticileri ile aramda gerilim çıkıyordu, hapishanede olan her şeyin sorumlusu olarak gösteriyorlardı beni.

İmralı ruhuma o kadar iyi gelmişti ki yıllardır kapalı cezaevlerinde öylesine bunalmıştım ki. Köylü kökenlerime çok uygun bir şekilde İmralı’da tarımla uğraşıyordum, doğayla yeniden barışmıştım, deniz, kuşlar, balıklar, toprak, ağaçlar beni ruhsal olarak yeniden diriltmiş gibiydi, yaşama sevincim öylesine büyüyordu ki İmralı’da yazma isteğiyle ve sinemasal projelerle büyük oranda yeniden barıştım. Hapishanenin yöneticileri beni merkezden uzak tutmak istiyorlardı, İmralı’da merkezin dışında köyler vardı, mahkûmlar 4-5 haneli bu köylerde kalır, tarımla uğraşırlardı, ben de 5 numaralı köyde kalıyordum.

Artık eski defteri bir kenara bırakmayı ve tümüyle mahkûmların hikâyesinden yola çıkan bir senaryo yazmaya karar vermem garip bir olayla oldu:

Mahkûmlar ister merkezde olsunlar isterse başka köylerde, başı sıkıştıklarında beni görmeye gelirlerdi, herkes kendi derdini anlatırdı, bir Urfalı geldi, konuştuk, dertleştik, kaçakçıydı sınırda, yıllardır hapisteydi, giderken ona kendi yetiştirdiğim bir kırmızıturp verdim: “Bursa’ya gitmeye hiç niyetim yok” dedi. Bursa kapalı cezaeviydi, açıktan kapalı cezaevine sürgün edilmek istemiyorum demek istiyordu. Kendisi sınırda silahlarla hayvan kaçıran, dağlarda silahlı gezmiş, mayınların arasından geçmek onun için sıradan bir iş, oysa kendi yetiştirdiğimiz bir kırmızıturpu bile almaya korkuyordu. Şaşırdım ben ona, hikâyesini bilmiyordum, gel otur hele dedim, o zaman mahkûmların ürünleri bir tane olsa bile izinsiz almalarının yasak olduğunu bilmiyordum, “ne iş yapardın?” Bu oturdu, o zaman öğrendim kaçakçıymış. Çok şaşırdım, ondan sonra yanıma gelen bütün mahkûmlara kendi hikâyelerini en küçük ayrıntısına kadar anlattırdım, geceleri de bunlar üzerine çalıştım, “sen savcıdan daha çok soruyorsun” diyorlardı. 12 tanesini seçtim, onlarla tekrar görüştüm, bütün bunlardan yola çıkarak yazmaya başladım, yazma sürecinde hikâye 11 mahkûma düştü, amacım 5 saatlik iki filmde Türkiye’nin hapishanelerini anlatmaktı, ama baştaki hükümetin amacından tümüyle farklılaşmıştı. Onlar hapishanelerin ne kadar ferah olduğunu dünya âleme göstermek istemişlerdi, ama ben mahkûmlarla konuşunca aslında bütün Türkiye’nin hem vatandaşlar için hem de bütün milletler için bir hapishaneye dönüştüğünü anlatacaktım. Bütün mahkûmlarda gördüğüm, kendi işledikleri ya da üstlerine kalan suçların ötesinde, hepsinin aslında masum ve ezik birer insan olduğu, her birisinin büyük dertleri omuzlamaktan yorgun oldukları idi, niyetleriyle kaderleri hiç uyumlu olmamıştı ve hepsi de hikâyelerindeki korkunç olaylara rağmen vicdanlarında çözemedikleri çelişkilerin, çatışmaların yükünü taşıyorlardı. Tam da bu çelişki senaryonun çıkış noktası oldu, bütün hikâyeler gerçektir, yalnızca ben film için bazıları üzerinde değişiklik yapmak durumunda kaldım, bütün mahkûmların yaşadıkları ne olursa olsun iç dünyalarını anlamak ve onların benlikleri/niyetleri ile hayatın onlara sundukları, feleğin onlara reva gördükleri arasındaki çatışmayı ortaya koymak birinci amacımdı.

Senaryo üzerinde çalışırken hayatımı gözden geçirdim, memleketimle hesaplaşmamı yaptım ve anlattığım bütün karakterleri çok sevdim, bana insan nedir sorusu için kendimle yüzleşmem de aracı olmuşlardı.