Zamansız Düşünceler
Yılmaz Güney’in dilinden YOL’un gerçek hikâyesi -2

1974 yılında inanılmaz bir provokasyon sonrasında hapse üçüncü kez girdiğimde ne yapıp edip hapishaneden filmler yapmak zorunda olduğumu anlamıştım, zamanın nasıl bir işkembeye sahip olduğunu ve ne kadar büyük yetenekleri bir anda sindirip sıradan bir insana indirgediğini biliyordum. Ama yalnız bu da değildi. 1972-74 hapisliğim sırasında o kadar çok okumuş, kendimle hesaplaşmış, öyle planlar yapmıştım ki neredeyse anlatacaklarımın birikmesiyle hem yerinden kıpırdayamayacak denli anlatmaya aç, hem de bunları gerçekleştirmeden duramayacak denli yerinde duramayan bir insandım. Nitekim daha hapisten çıkalı 3 ay olmuştu ve ben Arkadaş’ın çekimini ve post-prodüksiyonunu bitirmiş ve yeni bir film çekmek için de Adana’ya gitmiştim.

Bu kez daha uzun yıllar hapiste kalacaktım. İçerde eski notlarıma dayanarak İzin ve Bir Gün Mutlaka filmlerinin senaryolarını yazdım ve Güney Filme bunları çektirmelerini söyledim. O zamanlar hapishane koşullarım da uygun değildi, Adalet Partisi dönemiydi ve ben Adana, Ankara ve Kayseri cezaevlerinde kalmıştım. Güney Filmle istediğim şekilde haberleşme düzeneğini kuramamış ve filmleri kontrol edememiştim, öyle ki bu filmlerin yönetmenlerini bile ben seçemedim. Ne oldu? Madden ve manen zarar ettik bu filmlerden, almam gereken dersi almıştım, filmlerin hemen her şeyini ama her şeyini kontrol edebilmeliydim istediğimi gerçekleştirmek için.

Kontrol aşamasını senaryodan başlatıyordum, nitekim ondan sonra 60-70 sayfalık senaryolar yerine ben başladım 250 sayfa yazmaya. Yani yönetmenin neyi nasıl çekmesi gerektiğinden oyuncunun nasıl oynaması gerektiğine ve sahnenin duygusuna kadar her şeyi her şeyi yazıyordum. Bu da yetmiyor, yönetmenle hapiste görüşmeler yapıyor, bütün filmi anlatıyordum, oyuncuyu çağırıp ona nasıl oynaması gerektiğini gösteriyordum, kamera açılarını bile tek tek çekimlerden önce belirliyordum.

Ama bana bunlar da yetmiyordu, sette ne olup bittiğini anlamalıydım, çünkü yeterli bütçem yoktu, yapılacak bir yanlış geri dönülmez vahim sonuçlara bizi sürükleyecekti. Zaten Sürü, Düşman ve Yol filmlerinin çekimine katılan arkadaşlar, ne kadar kıt koşullarda bu filmlerin çekildiğini çok iyi bilir, hatta arkadaşlar o setlerden zayıflayarak dönüyorlardı. Bu nedenle sette bizzat benim görevlendirdiğim ve nelere dikkat edip rapor halinde bana göndermelerini isteyeceğim arkadaşlar vardı, ayrıca bir de set fotoğrafçısı, bu arkadaşlar her olayı her çekimi ayrıntılı olarak bana yazıyor ve görüntülüyordu. Diğer filmlerde diyelim ki işte setten 100 fotoğraf çekiliyorsa, bana 500 fotoğraf gönderecekti, bütün bunlar bana kurgu için çok yardımcı olacaktı, filmin gidişatını bu fotoğraf ve raporlardan anlıyordum.

Niye rapor alıyor ve fotoğraflar istiyordum?

Çünkü etrafımda ne Güney Filmin içinde ne de dışından, bütün niyetimi anlatabileceğim ve anlattıklarıma dayanarak inisiyatif kullanarak set amiri olarak çalışabilecek tek bir insan bile yoktu. Yani kafamdakileri ne kadar anlatsam bile bunları anlayıp uygulamaya geçirecek tek bir insan yoktu, sütten ağzı yanan yoğurdu üfleyerek yer misali ben de seti günlük olarak hapisten kontrol etmeye karar vermiştim.

Bu filmlere inanılmaz emek vermiştim, zaten senaryoyu yazarken, bilenler bilir, bütün sahneleri hem yaşıyor, oynuyor, duygusunu hissetmek için bütün o durumlara giriyor ve bunlara dayanarak bütün notlarımı senaryoya geçiriyordum, aynı zamanda gerek yönetmen gerek oyuncularla hemen her karakter üzerine aynı şeyi tekrarlıyordum. Oynayarak o sahneyi anlatıyor, nasıl çekilmesinden nasıl oynanacağına kadar her şeyi canlandırıyorduk, asıl bu canlandırmalar zihinsel netliği sağlıyordu, şimdi isterdim ki o oyuncularla ve yönetmenle yaptığım konuşmaların sabit bir kamerayla kaydedilip belgeseli olsun, ne kadar iyi bir “film nasıl çekilir” dersi olurdu, kim bilir?

Böyle yaptığım için filmlere kefil olabiliyordum artık, yaratan bir yerden sonra kafasındaki ile ortaya çıkan arasında bir uyum bulabiliyordu.

Yol filminde bütün bu süreç tekrar edildi, ama küçük değişikliklerle birlikte.

Filmin en önemli rollerinden birisi Seyit Ali idi ve Tarık Akan oynayacaktı, onunla konuşurken yönetmeni kim bunun diye sordu: Erden Kıral, dedim. Hemen yüzünü ekşitti, onunla Kanal’da çalıştım, “bu işi beceremez”, ardından ihtiyar ile konuştum, çekime başlıyoruz dedim, ihtiyar da aynı soruyu sordu, ne güzel konuşuyorduk oysa, yönetmeni duyunca benim onunla Bereketli Topraklar Üzerinde deneyimim var, onunla helaya bile gitmem dedi. Bir anda tedirgin oldum, ama yola çıkmıştık, hele Yol gibi bir film için çok az bütçemiz vardı, üstelik yurtdışına çıkacaktım ve filmin tamamlanıp çekilirken parça parça negatiflerinin de yurtdışına gönderilmesi gerekiyordu. Türkiye’de 12 Eylül Faşist darbesi ve Kenan Evren cuntası vardı, bir hata kabul edilemezdi, ben daha en baştan tedirgin olmuştum. Erden’le uzun uzun konuştum, neyse ekip başladı, fotoğraflar geliyor, her gün setten bana raporlar geliyor, bakıyorum en başından itibaren tedirginim, tedirginliğim gittikçe büyüdü. Seti durdurmak görevi Fatoş’a düştü, içim yanarak ve ürpererek Fatoş’la konuştum ve bu buz gibi görevi ondan yapmasını istedim: çekilenler olmuyordu ve yeniden çekilmeyle düzeltilemeyecek şeylerdi, ekip değişmeliydi. Üstelik çok az olan bütçemizde önemli harcamalar nedeniyle çok sıkışmıştık. Bundan sonrası benim beklediğim, ama insanın görse bile inanamayacağı şeylerdir. Çok trajiktir, ömrümde kimse ama kimse bana patron muamelesi yapmadı ve ben hayatım boyunca hiç patronluğa özenmedim, onun için bunun acısı ayrı bir yara olarak içimde durur.