Dün akşam sonuçlanan 29. Uluslararası Adana Altın Koza Film Festivali’nin Ulusal Yarışma seçkisi doyurucu olmaktan uzaktı. Hafta içinde izlediğimiz bir tiyatro oyunu bu karamsarlığı dağıtıverdi.

Yılmaz Güney’in kentinde
Fotoğraf: BirGün

Ülkemizin önde gelen film festivallerinden Adana Altın Koza Film Festivali önümüzdeki yıl otuz yaşına basacak. Yıllar içinde pek çok filmin ilk gösterimini yaptığı, aralarında Güney filmlerinin de olduğu önemli yapımlar ödüllendirilmişti. Festivalin ilk yılı, 1969’da Metin Erksan’ın “Kuyu” filminin kazandığı En İyi Film Ödülü, 1970 yılında Yılmaz Güney’in “Umut”, 1971 yılında “Ağıt” filminin olmuş; 1972 yılında ise Jüri önce ödülü Güney’in “Baba” filmine vermiş, bir gün sonra siyasi baskılar sonucu kararlarını değiştirerek, Yılmaz Duru’nun “Kara Doğan” filmine vermişti.

Sonraki yıllarda da, Adana seyircisi sinemamızın usta yönetmenlerinin başarılarına tanıklık etti: Lütfi Akad “Gelin”, Yusuf Kurçenli “Karartma Geceleri”, Memduh Ün “Zıkkımın Kökü”, Yavuz Özkan “Bir Sonbahar Hikayesi”, Tunç Başaran “Sen de Gitme Triandafilis”, Zeki Demirkubuz “Masumiyet”, Reha Erdem “Beş Vakit” ve “Koca Dünya”, Özcan Alper “Sonbahar”, Semih Kaplanoğlu “Bal”, Onur Ünlü “Celal Tan ve Ailesinin Aşırı Acıklı Hikayesi” ve “Aşkın Gören Gözlere İhtiyacı Yok”, Emin Alper “Abluka” ile ödül kazanırken, genç yönetmenler de Altın Koza sahipleri listesine adlarını yazdırmaya başlamıştı. Ümit Ünal, Kudret Sabancı, Selim Demirdelen, Yücel Yolcu, Ömür Atay epizodik “Anlat İstanbul”la kapıyı araladılar. Ardından, “Beynelmilel” le Sırrı Süreyya Önder-Muharrem Gülmez, “Köprüdekiler”le Aslı Özge, “11’e 10 Kala” ile Pelin Esmer, “Babamın Sesi” ile Orhan Eskiköy-Zeynel Doğan, “Gözümün Nuru” ile Melik Saraçoğlu-Hakkı Kurtuluş, “Yozgat Blues” ile Mahmut Fazıl Coşkun”, “Toz Ruhu” ile Nesimi Yetik, “Sibel” ile Çağla Zencirci-Guillaume Giovanetti, “Nuh Tepesi” ile Cenk Ertürk, “Nasipse Adayız”la Ercan Kesal, “Yaramaz Çocuklar”la Ahmet Necdet Çupur geldi…

Festivalin ikinci önemli ödülü olan Yılmaz Güney Ödülleri 2008 yılından başlayarak verilmeye başlandı. İlk yıl “Made in Europe”la İnan Temelkuran, ikinci yıl “İki Dil Bir Bavul”la Orhan Eskiköy-Özgür Doğan’ın kazandığı ödül sonraki yıllarda Nesli Çölgeçen, Özcan Alper, Belmin Söylemez, Deniz Akçay Katıksız, Murat Düzgünoğlu, Faruk Hacıhafızoğlu, Kıvanç Sezer, Onur Saylak, Mahmut Fazıl Coşkun, Pelin Esmer, Leyla Yılmaz ve geçen yıl “Zin ve Ali’nin Hikayesi” ile Mehmet Ali Konar‘ın oldu.

KRİZ VAR… KRİZ VAR

Bu yıl Müjdat Gezen ve Hale Soygazi’ye verilen Yaşam Boyu Onur Ödülleri, Zihni Göktay, Suzan Kardeş ve Zafer Ayden’e verilen Emek ödülleri ile sinemamıza saygı sunan Altın Koza’da izlediğimiz 8 filmlik seçki Yeşilçam’ı aratan bir düzey sergiliyor, sinemamızın bir yaratıcılık krizi içinde olduğunu gösteriyordu. Üstelik, neden sekiz film? Sinemamızda üretimin çok azaldığı yıllarda bu soru gereksiz olabilirdi. Ama, şu sıralar üretimde niceliksel bir düşüşten söz edilemez. Nitekim 50 film başvurmuş Ulusal Yarışmaya. Ön Jüri bunlar arasından 8’ini seçmiş. Bu 8 filmden 7’sini izleyebildim (“Suna”yı da Ayvalık’ta izleyeceğim). Bu 8 filmin 4’ü İstanbul Film Festivali’nde de yarışmış filmler. Yarışmanın en iyileri de bunların arasında.

Adana’da ödüller, siz bu satırları okurken sahiplerini bulmuş olacak, ama bu satırları yazarken sonuçları bilmiyorum. Tahmin yürütmenin çok zor olduğu bir yıl, çünkü ‘iyi’ diyebileceğim film sayısı ikiyi geçmiyor ne yazık ki. İstanbul’da ödüllendirilmiş iki filmden söz ediyorum: Ziya Demirel’in ilk uzun metrajı “Ela ile Hilmi ve Ali” ve Ali Kemal Güven’in “Çilingir Sofrası”. Altın Koza’nın bunlardan birine gidebileceğini düşünüyorum (Bu filmlerden İstanbul Festivali yazımda bahsettiğim için, görüşlerimi yinelemek istemiyorum). Yılmaz Güney Ödülü kimin olur sorusuna ise yanıt bulamıyorum. Çünkü hiçbir film Güney’in siyasal ve sanatsal çizgisine yakın değil. Sanki başka bir ülkede yaşıyor yönetmenlerimiz. Toplumsal sorunların uzağında, bireysel çıkışsızlık ve hesaplaşma öyküleri anlatmaya soyunmuşlar. Bunda dönemin baskıcı atmosferinin etkisi olduğu kuşkusuz. Ama, Yılmaz Güney’in kentinde, onun adına ithaf edilmiş bir ödülün bulunduğu bir festivalden söz ediyoruz… Birey kadar toplumsal sorunlara eğilen filmler beklemeyelim mi? Festival süresince çokça konuşulan konulardan biri, Kazım Öz’ün siyasi içerikli filminin Adana’da Ön Jüri tarafından elenmiş olmasıydı. Acaba burada belirleyici olan siyasi kaygılar mıydı, herkesin kafasındaki soru bu. Böyle olmadığına inanmak istiyorum. Nasılsa, Kazım Öz’ün filmi bir yerde karşımıza çıkar…

İzlediğim filmlerin ortak bir zaafı olduğunu düşünüyorum: senaryo! Filmlerin çoğunluğu dramatik yapı açısından son derece zayıf. Senaryo tekniğine hâkim olmayan genç yönetmenler, öykülerini doğru dürüst anlatamıyorlar. Ne karakterleri tanıtabiliyorlar, ne de aralarındaki çatışmayı gözler önüne serebiliyorlar. Neredeyse niyet okumak gerekecek, yönetmenin derdini anlayabilmek için. Festivalin uluslararası seçkisinde çok sayıda nitelikli film vardı (onlardan da başka bir yazıda söz ederiz), keşke bu filmleri izlemeye vakit ayırabilselerdi, ne demek istediğimi daha iyi anlarlardı.

Bir bilim kurgu denemesi olan “Bir Zamanlar Gelecek: 2121” seçkinin en zayıf filmi. Yönetmen Serpil Altın, bu filmde anlattığı öykünün öncesini ve sonrasını kapsayan iki ayrı film daha yapacakmış. Yani, ustaların cesaret edebileceği bir ‘üçleme’nin peşinde... Selen Öztürk gibi iyi bir oyuncuyu bile antipatik yapma becerisini gösteren Altın’ın, gerek senaryo yazımı, gerekse sanat yönetimi konularındaki zaafını ekibini güçlendirerek aşmasını ve karşımıza bizi şaşırtacak filmlerle gelmesini dileyelim.

Oyunculuk, her zaman sinemamızın en sağlam ayaklarından biri olmuştur. Bu dalda Jürinin fazla zorlanmayacağını düşünüyorum. Gizem Kızıl’ın “Bana Karanlığını Anlat” filmindeki rolüyle Aslıhan Gürbüz, “Çilingir Sofrası”nda Ahmet Rıfat Şungar ve Barış Gönenen, “Ela ile Hilmi ve Ali”de Ece Yüksel, Serkan Keskin ve Denizhan Akbaba, “Kabahat”da Mina Demirtaş inandırıcı yorumlarıyla öne çıkıyor.

BOYNU BÜKÜK ÖLDÜLER

Bu karamsarlığımızı dağıtan bir tiyatro olayı yaşadık Adana’da. Yılmaz Güney’e yakışan bir sanat etkinliği… Güney’in 1972 yılında cezaevinde yazdığı “Boynu Bükük Öldüler” romanını Ali Berktay sahneye uyarlamış, Adana Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları da bu oyunu oynamaya karar vermiş. Oyunun rejisi ve koreografisi değerli tiyatrocu dostum Ayşe Emel Mesci’nin imzasını taşıyor. Çok boyutlu bir romanı oyunlaştırmak kolay değil, Ali Berktay bu işin altından başarıyla kalkmış. Gene de, biraz daha kısaltmasını, oyunun Halil ile Emine çevresinde gelişen ana eksenine fazla bir şey katmayan bazı sahnelerden fedakârlık yapmasını beklerdim. Bilirim, zor iştir değer verdiğiniz bir yapıta kıymak. Hele, söz konusu yapıt, Yılmaz Güney gibi çok sevdiğiniz, saydığınız bir kişiye aitse…

Ayşe Emel her zamanki gibi sahnede insan figürlerini, rengi, dokuyu ve müziği kullanarak şiirsel bir destan yaratıyor. İlk yarı ile ikinci yarı arasında bir denge sorunu varsa da (ilk yarıda folklorün ağırlığı biraz fazla geldi bana), yapıtın özünü zedelemeden keyifle izlenen bir seyirlik yaratmayı başarıyor. Zülfü Livaneli’nin “Sürü”, Arif Erkin’in “Umut” için yaptığı besteleri ustalıkla değerlendiriyor yönetmen, gene de özgün bir beste ısmarlanabilirdi bu görkemli prodüksiyona diye düşünüyorum. Ayşe Emel Mesci’nin koreografideki ustalığının yanı sıra bir önemli başarısı da oyuncu yönetimi. Özellikle, Halil’i oynayan Kemal Burak Alper ve Emine rolünde Nimet Görkem Kayar’ın yorumları çok iyiydi. Ama, yalnızca onlar değil, tüm kadronun sergilediği ekip ruhu dikkate değerdi. Bu noktada, Adana Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları’nın Genel Sanat Yönetmeni Önder Özcan alkışı hak ediyor. Dekorda Selim Cinisli, Kostümde Funda Çebi’nin, Işık tasarımında Yakup Çartık’ın çalışmaları da oyunun ruhuna uygun, işlev ve estetiği ustaca harmanlayan işlerdi. Ayşe Emel, sona yaklaşırken bir sahnede “Umut”tan, finalde de “Endişe”den kısa görüntüler kullanmış. Özellikle “Umut”un o ölümsüz sahnesi çok etkileyici idi ve final duygusu yaratıyordu. Bu vurguyu yalnızca finale bırakması daha iyi olabilir miydi acaba?

Adana’ya yolunuz düşerse, “Boynu Bükük Öldüler”i izlemeyi ihmal etmeyin derim. Yılmaz’ın deyişiyle “Her kokunun, her rengin, her görüntünün geçmişin hüzün dolu tellerinden birine vurduğu bir gece” yaşamak için…