Yılmaz Güney’in kızı Elif: Babam özsuyundan kopmuş ağaç gibiydi

ZAHİT ATAM

Yılmaz Güney’in doğum günü olan 1 Nisan Çarşamba günü Kadıköy Belediyesi Barış Manço Kültür Merkezi’nde ‘Türkiye Sinema Tarihi ve Yılmaz Güney’ başlıklı bir panel düzenlendi. Panelin katılımcıları arasında Zeki Demirkubuz, Agah Aydın ve Zafer Diper bulunuyordu. Sinemanın usta ismi Yılmaz Güney’in doğum günü vesilesiyle Türkiye’ye gelen kızı Elif Güney Pütün’le sohbet etme imkânımız oldu.


>> Yıllar sonra Türkiye'desiniz ve Yılmaz Güney'in doğum gününde iki büyük etkinlik yapılıyor. Birisi memleketinde ve eski kuşaktan kendisine yamanmış ve hayatta zaaflı oldukları için yaralı isimler. Diğeri gençlerden oluşuyor nispeten, bu insanlar ise bugünkü üretimleri ve yaşamları ile Yılmaz Güney'in mirasıyla hesaplaşıyor. Bu iki etkinlik açısından yaklaşıldığında, Yılmaz Güney'in mirasını bugün kimler taşıyor ve eski kuşakların giderek entelektüel olarak nihayete ermiş üretimleri düşünüldüğünde, tükenmişlikleri ile kadir bilmezlikleri arasında bir bağ kurulabilir mi?
Yılmaz Güney ile eski kuşak ilişkisini, eski kuşağın Yılmaz Güney sonrası yaptığı filmlere bakarak anlayabiliriz. Aslında Yılmaz Güney’in mirasını yaşatmak isteyen insanın ilk yapacağı şey, bu mirası sömürmek ve mirasyedi olmak için çırpınan insanların elinden kurtarmak gerekli. Mirasın mücadele ve sanat başlığında hiçbir şey üretemeyen insanların bu miras üzerine en çok konuşması, tuhaf ve saçmadır.

Yılmaz Güney mirası Türkiye halkına ait bir mirastır. Bu anlamda doğal olarak bu mirasın kuşaktan kuşağa iletilmesi ve sürdürülmesi gerek. Genç gelecek ise, gelecekte Yılmaz Güneyin mirasına gençlerin sahip çıkması gerek.

>> Sürgünde yaşamak ilginç bir deneyim, özellikle de 40 yaşından sonra deneyimlendiği zaman. 1981 yılında önce İsviçre'ye sonra da Fransa'ya yerleştiğinizde, siz giderek yeni bir yaşama açıldınız ve hayatınızı orada kurdunuz. Oysa Yılmaz Güney kariyerinin en azından biyolojik olarak final bölümünü yaşıyordu ve bütün ömrü Anadolu insanının mücadelesinin bir parçası olmuştu. Dolayısıyla oradaki yaklaşık üç yıl süren sürgün hayatında da aslında aklı fikri ve hatta kavgası Anadolu ileydi. Bu açıdan Elif Güney ve Yılmaz Güney için Fransa'nın, sürgün olmanın anlamları esastan farklıydı. Bugünden baktığınızda "sürgünlüğü" nasıl tanımlarsınız, siz nasıl yaşadınız, Yılmaz Güney nasıl yaşadı?
Lügat karşılığı sürgün: Ceza olarak belli bir yerin dışında veya belli yerde oturtulan kimse olarak geçiyor. Sürgün kavramında benim dikkatimi çeken unsur CEZA konumu.

Önce kendimden başlarsam, Fransa’ya gelene kadar, babamın koruma içgüdüsüyle vermiş olduğu kararlardan dolayı “kök salmamı” zorlaştıran bir gezgin hayatı yaşadım. Bugün arkama baktığımda, Türkiye’de de  bir sürgün hayatı yaşadığımı fark ettim; çünkü her şehir değiştirmeyi, her aile değiştirmeyi o çocuk ruhumda bir ceza gibi algıladım; bilemediğim bir suça ait ceza… Üstelik kişisel gelişimimi derinden etkileyen bir ceza. Ayrılıkların acısına katlanabilmek, kendimi biraz da olsa güvende hissedebilmek için bir fanusun içine kapandım. O fanus da benim demir parmaklıklarım oldu.

Fransa’ya gelişimizde ki en büyük travmam, hazırlıksız gelmem oldu… Sürgünün de sürgününü yaşadım sanki… Cılızlıktan yavaş yavaş kurtulmaya, kuvvetlenmeye başlayan “köklerim” içten sarsıldı… Annem, halam, kuzenlerim, okulum, arkadaşlarım, özel eşyalarım, yani 15 yaşında ki küçük dünyam yok oldu zannettim. İsviçre de sadece konakladık lakin o kısacık “misafirlik” zamanı bile benim için aslında yeni bir dünyanın keşif başlangıcı oldu. Her şey den önce babamlaydım. Şimdiye kadar “özel” bir ilişki kuramadığım, tanımaya fırsatım olmamış bir baba… ve yeni bir aile dengesi. Ben hiç bir baba ile yaşamamıştım. Kardeşim hiç bir baba ile yaşamamıştı. Ama onun annesi hep var olmuştu, benim zaten uzakta olan annem şimdi binlerce kilometre uzaktaydı; işin en kötüsü, onu bir daha ne zaman göreceğimi bile bilmiyordum… İlk günler yıkım, hüzün, kaybolmuşluk duygusu ve bir “kız” evlat olabilme şansının doğmuş olması hisleri arasında gittim geldim…

Fransa’ya geçtiğimiz zaman, şimdiye kadar üçlü düzenlenmiş bir aile figürü, yerini bir dörtlüye bıraktı. Otorite figürü de değişmişti, alışık olmadığımız bir otorite figürü ile ıssız bir köyde, bizim olmayan eşyalarla donanmış bir evdeydik artık.  “Yeniden isimlendirildiğimiz” (kimliklerimiz gizliydi her birimizin farklı adları vardı, şimdi Türkiye’den gelen Kolombiyalı bir aile kimliğine bürünmüştük, bu da İspanyolca bilmediğimiz içindi, biz Marquez ailesi olmuştuk, babam Jose Martino, Fatoş Elena, kardeşim Remy ve ben Geny olmuştuk) vakit büyük bir boşluk yaşadım. Gerçekti… gerçekten gerçekti. Artık dönmeyecektik, dünkü Elif yerini Geny’e bırakmıştı… Sürgünün adı Geny’di. Yeni bir ülke, yeni bir dil, yeni bir isim, yeni bir aile… dengesini kurmaya çabalayan bir dörtlü… O yıkımın içinde tek kurtuluş yolu öğrenmeye sığınmak oldu… ve ilginç bir şekilde ve belki de hayatımın o zamanına dek ilk kez potansiyelimi fark ettim… Beceriyordum, başarıyordum ve bunu babamda görebilecekti… Artık onun kızı olabilecektim, Fransızca öğrenmen ve okuldaki başarılarım baba kız ilişkisini yeni bir düzleme aktaracaktı, gönlünde meşrulaşacaktım… annemin eksikliğini belki şimdiye kadar tatmamış olduğum bir baba sevgisiyle yamalayacaktım… belki bir bütün olamayacaktım ama yoksun kalmış diğer yanım dolabilecekti…

İnsan hayatı boyunca kendinde bir eksiklik yaşar… Ana rahminin yoksunluğu;  esanssımız o dur…bu  eksikliğe  katlanabilmek ve “o derin iç boşluğu” ile  yaşayabilmek, aslında hep o iç boşluğunu doldurabilmek için peşinden koşarız hayatın…

İşte sürgün, bir nevi  ikinci bir yoksunluk, ikinci bir “ana rahmi” kaybı… Bu anlamda sürgün benim için “iyiye yöneltilmiş” bir kayıptır… le desir nait du manque…le manque d’objet perdu… [Arzu eksiklikten doğar…  kaybolmuş objet (nesne)]. Yaşam o “kaybolmuş” objenin özlemiyle, o hiçbir zaman erişilemeyen “ilk” haz alma-tatmin olma duygusunu aramakla anlam kazanır. Sürgün benim tetikleyici unsurum oldu.

Fakat ana rahmi eksikliğine, birde Anatoprak eksikliği eklendi ve şimdi bile sürekli Türkiye ye gidip gelmeme karşın, o boşluk doldurulamaz bir gedik olarak kaldı…

Sanırım babam için sürgün Saf Acının ifadesiydi… Aynı zamanda büyük bir çelişkinin ifadesiydi. “Özgürdü” ama öz suyundan kopmuş bir ağaç gibiydi… günlük hayatın getirmiş olduğu her farklılık, insan ilişkileri, aile içinde kurulması gereken denge, o özgürlüğü esarete döndürüyordu sanki…

Kökleri hastalık kapmış günden güne kuruyan bir ağaç gibi… besininden yoksun, şimdiye kadar depoladığıyla idare etmek zorunda kalmış, günden güne rezervi biten bir ağaç…Çünkü besin kaynağı zedelenmişti…

Her şey farklıydı… damağına değen tatlar, içine çektiği nefes, hava, otlar, çiçekler bile farklı kokuyordu… her şey yavan geliyordu sanki… İnsanından, toprağından, ilham alan bir sanatçı için çok can yakıcı bir durum bu.

Bir de hapishanede simgesel anlamda kurulmuş ideal ilişki tabloları… İdeal aile, ideal eş, ideal oğlan, ideal kız, olmak istenilen ideal baba, eş figürü… ideal yoldaşlar… Hiçbir şey mecburen yüceltilmiş duygulara uymuyordu… ve bundan doğan acizlik duygusu…

Sürgündeki insan ilişkileri de tanıdık iletişim kodlarına uymuyordu… ve bu da bir kaygı unsuruydu… Sanki varoluşunun cezasıydı sürgün…

>> Yılmaz Güney'in mirası Türkiye için hep tartışmalı oldu. Giderek de belirli biçimde şekillenirken, aslında geçmişte asılı kalmış ve bugünü pek yaşamayan ve bugün konuştuklarında geçmişten başka anlamlı söz üretmeyen insanlar bu mirasın temsilcisi gibi oldular. Bu anlamda ise miras yeni kuşaklara intikal ederken büyük kırılmalar, çoğunlukla ise büyük bir sessizlikle yaşandı. Mirası ve mirasın gerçek temsilcilerini nasıl görüyorsunuz?
Bugün benim için Yılmaz Güney’in mirasını tanımlamak önemli… somut bir şekilde kitapları, filmleri, hayata, ülkesine, halkına karşı beslemiş, uğruna mücadele etmiş özgün değerleridir… Yılmaz Güney’in mirası bir duruştur bir tavırdır… Yılmaz Güney’in mirası İnsani değerleridir. Günlük hayatında da bir militanlık sergisidir… Yılmaz Güney’in mirası sürekli bir değişim çabası içinde olmaktır… her şeyden önce insanın iç devrimidir… Cömertliktir, dürüstlüktür, ezilenin, zayıfın yanında olmak demektir… Yılmaz Güney’in mirası kardeş olmak demektir…

Ben daha 13-14 yaşlarındayken babam İmralı’dan izine gelirdi… bazen televizyon açık olurdu ve kardeşim ve ben yayınlanan programlardan çok reklamları izlemeye bayılırdık… Babam çok kızardı ve ben neden kızdığını anlamazdım… o da anlamadığım için daha çok kızardı… şimdi bugün çocuklarım reklamlar çıktığında söylenerek kanal değiştirdikleri zaman çok mutlu oluyorum.

Şunu da söylemek istiyorum… Eğer Yılmaz Güney’in bu kültürel mirasını temsil etmek hastalıklı bir şekilde kişinin var olma, dolaylı bir şekilde kendini yüceltme ve bir ego besleme kaynağı oluyorsa, bu “temsil” etme Yılmaz Güney i yaşatmak için yapılmıyor demektir…

Kitapların okunamayacak durumda olması, filmlerin harap bir halde olması (…) çok soru işareti yaratan şeyler. Ve demek ki bu temsilciler üstlenmek istedikleri “misyonu” yerine getirememişler… şimdi bunları okurken aklınıza gelen soru şu olabilir: Peki kızı olarak sen neredeydin?

Ben Fransa da hayat kurdum ve bu hayat için mücadele verdim… hayat mücadelesi ne demek? Eğitim almak, çalışmak, aile hayatına özen göstermek, bir yandan da iç huzura erişip, kendiyle barışık olmak için sürekli bir çaba göstermek demek… Açık konuşmak gerekirse ben hayat mücadelemi verirken temsilci olarak güvendiğim omuzlar olduğuna inanıyordum. Zamanı gelince de misyonu devralmak biz, yeni kuşaklara düşecekti… bu tacite (açıkça söylenmemiş, yazıyla netleştirilmemiş, örtük-ZA) bir anlaşmaydı…

Ancak bir “misyon”nun hedeflerini ve sınırlarını iyi tespit etmek gerekir. Zaman gelir o misyonun hedeflerinden uzaklaşarak, o misyon’u “sizden kopamaz” bir bebek haline getirirseniz, işte orada misyonunuz ve siz arasında da sağlıksız bir ilişki doğar. Sizde bir şekilde o “bebeğin” anası konumuna düşersiniz. Simgesel anlamda o bebeğin “yaratıcısı” rolüne bürünürsünüz. Asıl anlamda sizin varlığınızda bebeğin sizden başka birinin ellerinde büyüyemeyeceği izlenimi bırakır. Hâlbuki siz farkına bile varmadan o bebeksiz var olamama korkusuna girmişsinizdir. Asıl sorun sizin içinizdeki boşluğu ne ile ve nasıl dolduracağınızı bilemezlikten gelir ve yerinizde sayarak misyon’a da zarar verirsiniz,  ne yazık ki buda çok insanî bir duygudur.

Bu durumda misyonu devralmak isteyen yeni kuşaklara da zor ve çetrefilli bir görev düşüyor; ama yılmamak, yargılamamak ve empati gücüyle hedefleri iyi belirlemek gerek. Kolektif bir “ego” savaşı tuzağına düşmemek gerek.

>> Yılmaz Güney'le sizin ilişkiniz pek çok "Yılmaz Güney üstadı" için şekillendiği halinden sizde farklı şekilde yaşandı. Bu gerçekten ilginç bir deneyim. Bu sözüm ona üstatlar konuşurlarken büyük oranda sanatıyla ilişki kurmuyorlar hatta sanatından bağımsız bir Yılmaz Güney hayatı üzerinde genellikle de gerçek dışı yorumlar hikayeler anlatıyorlar. Siz Yılmaz Güney'in kızısınız ve ilk çocuğusunuz, buna rağmen babanızla ilişkiniz, büyük oranda yaşam üzerinde deneyiminiz kadar, sanatıyla, kuşkusuz bir kavram olan "Yılmaz Güney"in hayata yansıyan yüzlerinden, hatta vefatından sonra ise Yılmaz Güney'in filmlerindeki sizin hayatınıza dair diyaloglarından, bıraktığı dünya görüşüne ve insan olarak hayatla mücadelesini hep filmleriyle yeniden yaşadınız.

Farkındaysanız, "Yılmaz Güney üstatları" ile temelden farklı yönlerden gidiyorsunuz, sizin için bir sanatçı kimliği bir de baba kimliği var, onlar için ise eksantrik bir kişilik ve büyük oranda sanatını yok sayıyorlar. Bu anlamda sizin özgül deneyiminizi anlatabilir misiniz? Yılmaz Güney'in mirasını sanatını yok sayarak anlatan "üstatlar" için neler diyebilirsiniz ve bugün bu miras nasıl yaşatılmalı?
Benim için ilerlemenin anlamı yüzleşmedir. Kendi kırılganlıkları, zaafları ile yüzleşemeyen kişiler ilerleyemezler. O yüzleşememe projektif bir savunma sisteminin oluşmasına yol açar. Aynı zamanda bir kategorize etme çabası başlar. Birçok kutuya bir nevi etiket yapıştırmaktır. Etiket yapıştırarak, tehlike unsuru objeyi hem kendimizden uzak tutmaya hem de aslında bu etikete ait olmadığımızı düşleyerek basit, iyi-kötü çatışmasına çeviririz. İyi kutusunda olmak aslında içimizde ki o “yetersizlik” duygusunu güzel bir örtüyle örter. Yok etmez sadece örter. Ama içimizdeki o yumak büyür büyür çözülemez bir düğüm olur ve dönüşü zor olan derin bir süreç başlar. Git gide kutuları sağlamlaştırmak, etiketleri de iyi yapıştırmak gerekir. Çünkü içimizde ki biz, sürekli bir yoklama halindedir. Ben hangi kutudayım. Ama bu sürecin en büyük tehlikesi bölünmektir. Ve bir bütünün aslında büyük resmi oluşturduğunu, parça parçalılığın kırılan aynanın sadece bir parçası olduğunu unutma sürecidir.

Babam her zaman zaaflarının farkına vardı, kabul etti ve sonra birçok değişim süreci yaşadı. İçine, özüne bakmaktan hiç kaçınmadı. Hatta ve hatta kendi zaaflarından yola çıkarak bir ayna oldu, görmeyi göze alanlara kendi ruhlarını aksettirdi. Bu anlamda sanatını yok sayıp Yılmaz Güney’i sadece “kabadayı”, “lümpen” gibi etiketlere indirgersek yılmaz Güney fenomenine çok eksik bakmış oluruz. Hata onu görmeden yanından geçmiş oluruz.

Yılmaz Güney o zamanın sosyal, insani kodlarını çok iyi çözmüş bir sanatçıdır. Aynı zamanda maruz kaldığı etiketlenme de bir nevi sınıf çatışmasıdır aslında. Belirli bir sınıfın dışlama ve yok etme politikasıdır.

Aslında aşırı sahiplenmede bir eksiklik yaratır. Yine kutular, etiketler, yine katagorize etme çabaları, yine kırık ayna parçaları.

Sosyolojik ve psikolojik tespitlerde yargılama etiketleme yoktur. Bir özneye nesnel bir şekilde bakılıp birçok açıyı birleştirerek ortaya bir resim çıkarırız. Taraf tutma yoktur. Sonra kendi değer ölçülerimiz eşliğinde resmin şu ya da bu yanına kendimizi yerleştiririz. Bir tavır oluruz.

Benim babamla ilişkim karmaşık ve zor bir süreç yaşadı. Bir “kız evlat”,  bir olmayan, olamayan baba, birde ilişkimiz vardı. Bu üçlüye birde Yılmaz Güney eklenerek üçgen bozuldu. Bir denge kurmak söz konusuydu. Ve ben üçgeni evlat, Yılmaz Güney ve ilişkimiz olarak kurmayı yeğledim. Benim içimde var olamayan bir şeyle üçgeni kurup dengemi bulmam çok zordu…

Yılmaz Güney’i tanımak için çaba gösterdim ve aslında bu süreç çok sancılı bir süreçti. Çünkü filmlerinden tanımaya çabaladığım Yılmaz Güney ile babam çelişkideydi… Sanki zıtlık mevcuttu…

Filmlerinde yaşadığım duygularla babamla yaşadığım duyguları birleştiremiyordum. Aslında babamın film kahramanları gibiydim; kendi zıtlıkları arasında çelişen, o zıtlıkları apayrı kutulara koyan, fakat onların birbirleriyle iyi-kötü insanî bütünlüğe erişemeyen biriydim.

Sonra senelerdir kafamda olan kitap projesini gerçekleştirdim. Bir Odadan Bir Odaya’yı yazarken mesafe koyup sadece baba-kız ilişkisine odaklandım, babamı babam olarak yaşadım ve keşfettim. Artık duyularım buzlarını eritmişti ve satır arası mesajları okuyabiliyordum.  Babamla barıştım, babamla barıştıkça Yılmaz Güney’i daha iyi anlamaya ve kavramaya başladığımı hissettim. Bugün bir ebeveyn olarak babamın babalığıyla empati kurabildim,  onu daha da çok sevdim. Sancılı tutku yerini sağlıklı bir sevgiye bıraktı. Ve dengeli üçgenimi kurmayı başarabildim sanırım.  Babam Yılmaz Güney, ben ve ilişkimiz.

>> Son olarak bir sanatçının mirasının güncelleştirilmesi ve gerçek esin olabilecek sanatçılarla araya "sanat dışı mekanizmaların" girmesini engelleyerek, nasıl doğrudan bir ilişki kurulmasını sağlayabiliriz?
Öncelikle Yılmaz Güneyin yarattığı eserlerin yaşatılması eyleminin hayata geçirilmesi işimiz olmalı. Kitapların şu anda elimizde olan baskılardaki hata ve yanlışlıkların düzeltilerek yeniden yayınlanması, filmlerin orijinaline sadık kalınarak restore edilmeleri, kitapların okunmasını filmlerin seyredilmesi sağlamak… İnsan ve sanatçı Yılmaz Güneyin yeni nesille tanıştırmak bu yolla eski nesildeki eksikliği tamamlamak: Bunlardır yapılması gereken, bu süreçte herkese görev düşüyor.