Eğer Yol filmini alırsanız, bu filmdeki kadın karakterleri nasıl değerlendirebiliriz?

Yeni Türkiye Sinemasında Kadın–9

Eğer Yol filmini alırsanız, bu filmdeki kadın karakterleri nasıl değerlendirebiliriz?
Yılmaz Güney’in ustalık dönemi filmlerinde kadınlar gelenekselliğin boyunduruğunda yaşarlar ve geleneksel yaşamın kadın yaşamına getirdiği sınırlılıklar üzerinden doğan çatışmaların merkezinde dururlar.
Özellikle Sürü ve Yol filmindeki kadınlar ve erkeklerin bu kadınlarla yaşadıkları çatışmalar, yalnızca Türkiye için değil, dünya ölçeğinde batılı insanın kafasındaki doğulu kadının koşullarını temsil edecek düzeyde etkili olmuştur.
Bir yandan hasta olan, kocasına bağlı, konuşmaz bir kadın, acısından boğulmuş, doktora bile kendisini anlatamayan bir kadın… Öte yandan bacılarına sahip çıkmak isteyen bir aşiretin üyeleri. Baba için oğluna bir çocuk veremeyen kadın. Tren yolculuğu sırasında kadınla tanışan bir kardeş: Parayla koyunların arasında, samanların üstünde ilk cinsel deneyim. Sürü neredeyse feodal yaşamın, göçerlerin yaşamında tüm dünya genelinde kadının kimliği ve toplumsal konumu hakkında bir destana dönüştü. Aynı zamanda batılı insan neredeyse yüzyıllar öncesinde bıraktığı koşulları ve açmazları görünce, yine de yüreği burkularak seyrettiğini görünce kendisine bile şaşırdı. Sürü bir yandan destana dönüşürken, öte yandan içe işleyen acılı dünyasını en yalın bir şekilde kuruyordu.
Yola geldiğimizde ise, artık göçerler ya da toplumun sınırlı bir kesimindeki kadın meselesi değil, çok daha geniş bir alanda, genel olarak Kürtlerin yaşamında kadının sosyal konumu öne çıktı. Bu sosyal konum içinde, erkeğin başatlığı ve hâkimiyeti tam olarak tesis edilmişti. Öte yandan ise bu hâkimiyeti kadınlar da kabullenmiş, bunu zedeleyen şeyler ise “en sert şekilde cezalandırılacak” eylemler olarak niteleniyor. Ama geleneksel olan bütün kurallar ve toplumun kendince geliştirdiği bütün eylemler, hem kadınların iç dünyasında hem de fiilleri gerçekleştiren erkeklerde derin iç sarsıntılara yol açıyor. Herkes kendisiyle cebelleşerek, geriliğin boyunduruğunda kalmaya devam ediyor. Hayatın tam merkezinde her birisi kendi sorunuyla derin açmazlar yaşayan karakterler var. Bu karakterlerin yaşamını boğan ne iktisadi koşulları, ne merkezi siyasi iktidar, ne gelenekler, ne de dinsel inançlar. Bu insanların her birisi sanki kendi yaşamlarında, bireysel ahlak ve inançları ve yüreklerindeki sevgi alınmış da, kendilerine dışsal bir güç onları yönetiyormuş gibi, itaat ederek fiillerini gerçekleştiriyorlar. Bu insanların yaşamına hâkim olan kendi yaşamlarından çıkardığı dersler değil, aksine bu insanların kendi yaşamlarından çıkardıkları dersler ile uymak zorunda kaldıkları kurallar arasındaki derin çatışma filmin merkezinde duruyor. Çatışmayı sağlayan, yüzyıllardır pek değişmeden sürüklenmişler, tam da feodalliğin yüzyıllar boyunca kendi kuralları ve töreleriyle insan yaşamında hüküm sürmesi gibi, bu insanların her biri feodalizmin egemenliğine hayatlarının bir döneminde isyan ediyorlar, ama ilerleyen yıllarda bizzat feodalizmin dayattıklarını kendilerinden sonra gelenlere zorla uygulatacak insanlara dönüşüyorlar. Bu anlamda bu insanları boğan nedir sorusunun yanıtı yukarıda saydığımız tüm maddelerin iç içe geçmesi var birincisi, ama aynı zamanda ülkenin kendi içindeki siyasal yaşamı, güç dengeleri, uzun on yıllar boyunca değişimin önündeki bir engel haline gelmiş. Dolayısıyla bileşin bir durumla karşılaşılıyor, bu sorun tam da eşitsiz gelişmenin bir ürünü; feodalizmi yıkmak için, feodalizmin kurum ve kurallarıyla birlikte, bunun yerellikteki uygulanmasını sağlayan feodalizmin güç dengeleriyle ve onların öncüleriyle uzlaşmış bir siyasi iktidarla karşı karşıyayız. Feodalizmi tasfiye etmek için, ancak düzenin değişmesi gerekir. Eğer bireysel düzlemde incelerseniz, filmin neredeyse bütün karakterleri kendi özel yaşamlarında gerilikle çatışma halindeler. Buna karşın, her şeyin olduğu gibi devam etmesinin bir açıklaması olması gerekir.
Yol filminde doğulu nişanlısını görmeye giden mahkûm ve nişanlısının durumunu ele alalım. Nişanlısı ile yolda yürüyorlar, arkasında nişanlısının akrabası iki çarşaflı kadın bütün yolu onlarla birlikte yürüyor. Erkek, kadınlar hakkındaki fikirlerini anlatıyor. Arkasındaki kadınların töresel inançlarını tümüyle yenileyen bir söylem kuruyor. Ama erkek onlara isyan etme noktasında. Kadın kendisini tümüyle hapsedecek söylemi dinliyor ve mutlu oluyor: “Ne güzel konuşuyorsun”. Ama erkek bir an bile yalnız kalamamaktan sıkılmış, özel olan ile kamusal olan arasında boğulmuş, nihayetinde bir isyan noktasına gelince, içki sofrasına oturuyor, ardından ise genelev gelecek. Tam da burada hakikaten önemli bir paradoksla karşılaşıyoruz: “İktidar tek tek insanın ağzından kendi meşruiyetini söyleme dönüştürüyor”. Öte yandan ise aynı söylemi kuran kişi, iktidarın söyleminden boğuluyor. Kadının durumunda ise, iktidarın boyunduruğunu anlatan söylem, sosyal hiçbir hayatın olmadığı yerlerde, “bir konuşma sanatı örneği”ne dönüşmüş. Yol filminin tümüne damgasını vuran, her bir karakterin dünyasına yansıyan iktidarın bu insanlara hiçbir gelecek vaat etmemesi, çelişki filmin bütün karakterlerine ve ilişkilerine doğrudan yansıyor. Bütün karakterler kendi çatışması içinde umutsuzluk içinde yeni bir yıkımı hazırlayacak bir başka gelişme içinde nesnel koşulların boyunduruğunda sürükleniyor. Bir başka karakterin ailesi sınır kaçakçısıdır. Ağabeyi vurulmuş, köyünü getiriliyor. Korkularından cesede bile sahip çıkamıyorlar. Ama o koşullardan karakterimiz “özgürlüğü, toprağın kokusunu” alıyor. Köylüsü kızla uzaktan ancak göz göze bakışabilme olanakları var. Ama bakışlarda bir sevda yüklü: Ama o niyet bile ağabeyin cesedinde imkânsıza dönüşüyor. Ölen ağabeyin karısını alacak, sınır kaçakçılığı yapacak, muhtemel bir müsaderede hayatını kaybedecek, sevmediği, belki de sevemeyeceği bir dulla evlenecek, bile bile ölüme gidecek. Bu paradokslarla bir Türkiye profili çiziliyor. Aynı çelişkiler bütün karakterlere hâkim: Filmin çıkış noktasındaki Bayram adı tam bir tezadı yansıtması açısından çok daha kritikti, bayram ama kurban edilen insanlar. Gelecekleri ellerinden alınmış, her birisi yoğun çatışmalar yaşıyorlar, öncelikle kadınlar olmak üzere, birbirlerini boğazlıyorlar. Yenik olan toplumun kendisi, toplumun bütün hücrelerine ise ideallerini ve kendi niyetlerini topluma kabul ettirememenin yenilgisi var. Bu açıdan Yılmaz Güney’in Sürü, Düşman ve Yol filmlerinin üçünde de hâkim ton geleceksiz insanların birbirlerine yönelmiş şiddeti üzerinde odaklanmış. Bu kapalı toplumun yapısı içinde, evlilik içinde kadın hapsedilmiş, olabilecek en katı kurallar içinde boğulmuştur, erkekler ise bizzat iktidarın uzayan kolu gibi evlerin içinde iktidarı devam ettiren bir uzantıya dönüşmüş. Ama aynı el erkekleri de boğuyor, toplum bir bütün halinde sürükleniyor. Kişiler çoğunlukla aile içinde şiddeti, gelenekler, töreler, iktisadi koşulların baskısı, el alem baskısı içinde gündelik yaşamda kendi kaderini çizememenin boyunduruğunda yaşarken, bir tür sanal iktidar olma arzusunun tatmini için kadınlara yöneltiyor. Hata yapan kadın bir tür temizlik adına temizlenirken, toplum kendini kirletiyor.