Türkiye ilginç ülke, değişim süreçleri çok hızlı ve sürekli kendi geçmişiyle kavga ediyor, hatta iktidara gelmek için geçmişe en acı bir şekilde saldırmak iktidar için halka şirin görünmenin en etkili yollarından birisi

Türkiye ilginç ülke, değişim süreçleri çok hızlı ve sürekli kendi geçmişiyle kavga ediyor, hatta iktidara gelmek için geçmişe en acı bir şekilde saldırmak iktidar için halka şirin görünmenin en etkili yollarından birisi.

Dolayısıyla geçmişe küfür etmek iyi para ediyor, o zaman bugünün ünlü öne çıkan, etkili olan insanları da da bu tarihsel kurala göre yarın eğilip bükülecekler. Türkiye açısından bakıldığında aydınların, sanatçıların bu kuraldan biraz olsun daha iyi oldukları görülüyor, ama aydınlar meselesinde de bir itibarsızlaştırma operasyonu büyük olasılıkla derinlerden gelen bir müdahale ile gerçekleştiriliyor. Bu anlamda siyasi tarihimizde bu tür operasyona uğramayan Cumhuriyet’in herhangi bir ünlüsü yokmuş gibi. Nâzım Hikmet ve Yılmaz Güney de elbette bu operasyonların doğrudan muhatapları, onlara dair yıllar boyunca yapılanların kendiliğinden olduğunu düşünmemiz ve aydınların kendi iç hesaplaşması olarak görmemiz için bir neden bulunmuyor.

Yıllar sonra baktığımızda, toplumun genelinin böylesi operasyonlara ve tarihin yeniden yazılmasına karşı kayıtsız olduklarını anlıyoruz, toplumumuz kendi tarihine ilişkin bilgi edinme konusunda pasif olduğu kadar da iktidarın bunları medyatikleştirmesinden haz alıyormuş gibi. Türkiye’de siyasi iktidarın etkinlik biçimi, kısacası işleyişi büyük oranda modelini ABD’den alıyor, o modelin merkezinde piyasanın ünlü ve etkili isimlerini belirlemek, sorun çıkaran insanları hizaya getirmek ve topluma belirli insanları bilirkişi olarak belletmek, bu piyasanın dışındaki aykırı seslerin ise topluma erişimini büyük oranda önemsizleştirmek yatıyor.

Bu anlamda Türkiye’de iletişim maksimum şekilde kontrol ediliyor, bilginin üretimi ve topluma erişim kanalları sistematik olarak kontrol ediliyor ve iktidar sivil topluma maksimum oranda müdahale ediliyor, bu anlamda sivil toplumun ihtiyaçları, tepkileri ve özlemleri iktidar tarafından manipüle edildiği gibi, aynı zamanda şiddetli biçimde baskı altında da tutuluyor. Ahmet Kaya meselesi bunun en küçük ve en adi örneklerinden birisi, en kritik olduğu dönemlerde ona saldırılması ve ölümünden sonra ise fikirlerinin ve sanatının en çok karşı çıktığı bir siyasi parti tarafından Kaya’nın masum gösterilip kimi isimlerin saldırının müsebbibi olarak gösterilmesi bir operasyondur ve siyasi iktidar bunu yapmıştır.
Bu anlamda tarihimizde hiç kimsenin söylemediği ve büyük oranda Türkiye’de ünlü olmuş herkesin bizzat kendi deneyiminden bildiği haliyle Türkiye fiktif bir toplumdur ve birkaç istisna dışında Türkiye’de en yaratıcı ve en çok üreten yazar derin devlettir, bugün yazar olarak bilinen pek çok insanın eserlerini de derin devlet yazmaktadır. Bu paradoks, yani devlete bağımlı ünlü ve yaratıcı yazar/entelektüel tipinin yaratılması derin devletin toplumu yönlendirmek için ihtiyaç duyduğu müptela insan/aydın/sanatçı tipinin üretilmesi için çok işlevlidir. Peki, bu nasıl oluyor? Bunu anlatmak yasakmış, yapanlar öyle söylüyor.

Yılmaz Güney ve Nâzım Hikmet isimleri ardında olup bitenlere baktığımızda şunu görüyoruz, düzen bu insanları ne kadar ehlileştirme girişiminde bulunsa bile, düzeniçi sanatçılara dönüştüremiyor, çünkü yaşamları sürecinde ürettiği eserler ve sanatlarıyla/yaşamlarının kesiştiği yerdeki radikallik ve bilinçli saf tutma onların ehlileştirilmesine olanak vermeyecek düzeyde net. Ama buna karşın günümüzün ünlü/yaratıcı/sanatçı/aydınlarında o kadar net bir durum var ki bunlar aslında sanat dünyasının müptelaları ve esasında tinercileri konumunda. Bu anlamda Türkiye’yi esastan ilgilendiren konuların hiçbirinde sisteme köklü bir karşı çıkışları olmuyor.

Gerek Nâzım Hikmet gerekse Yılmaz Güney’in konumunda, tarihimizde eserlerinin toplumun büyük bölümü tarafından bilinmemesi günümüzün en sıradan olgularından birisidir. Halk kendi içinde bu kadar can derdine düşmüş, aydınlar fiktif oyunda boğulmuş, siyasi iktidar kendi içinde oyununu rahatlıkla sergiliyor. Esas olarak Türkiye’de merkezde kocaman bir iktidarın durduğu, onun fallusunun metropollerinin her meydanında bulunduğu ve o fallusun gölgesinin kenti kapladığı, milletin için ise tarihinin neredeyse hiçbir aşamasında olmadığı denli pasifleştirildiği koşullarda toplumun ve milletin kendine dair görüşü bulanıklaştırmak ve yaralı bir bilinç oluşmaktadır. Türkiye tarihi yeniden yazılmalıdır, bu tarih devletin kendi milletine savaş açtığı, milleti pasifleştirdiği ve milletin yani halkın ise artık vicdanlı bir varlık olmaktan yorulduğu bir tarihtir.

Yılmaz Güney’in en yalın şekilde söylediği “Halkın sanatçısı halkın savaşçısı olmalıdır” ilkesi açısından bakıldığında, halk artık savaşmadığı, daha da acısı halkın halk olmanın bilinci ve sorumluluğundan istifa etmek istediği, yani halkın halk olmaktan yorulduğu koşullarda, gerçek hayat üzerinden değil de toplumun yaralı bilinci kendisinin aynalarda yansıyan suretleri üzerinden, yani zahiri düzlemde çatışmalarını yaşamakta ve hayatımız fiktif bir oyun haline getirilmektedir. Bugün 13 Eylül 2014, ilk kez defnedildiği günde Yılmaz Güney’in mezarını ziyaret ediyorum Paris’te, geçmişin bir hazin savaşçısını yad ederken, kendi kültürel ve siyasi geçmişine bağlılığı ile sanatını mücadelesinin parçası haline getirmiş bir insanı yad ederken, esasında halkın kaybettiği savaşta geçmişe bir ağıt yakma ritüelini de yerine getiriyorum, Yılmaz Güney bu milletin vicdanında üstünü örtmek istediği bir kanayan yaradır, varlığını isyanına adadığı için de ehlileştirilememiş, aynı nedenle de bu milletin kalbinde oynadığı role bilinçle saldırılmıştır: Varlığı bu milletin direniş destanının parçası olmuştur.

Yalnız merakımı celbeden bir şey var, niçin Kürtler bu kendilerine hediye edilmiş varlığı yeterince sahiplenmiyorlar ve onun mücadelesini kendi güncel ihtiyaçları için fayda vermeyecek kontrolsüz bir asi olarak görüyor?