Yılmaz Güney: Yıllar sonra gelen dersler

Yılmaz Güney’in tarihini ve sanatını incelediğimizde, günümüze bırakılan mirasa baktığımızda, gördüğümüz en acı ders nedir?

Çok basit: Siyasi iktidar bu süreci takip etti, müdahil oldu, şekillendirdi ve direnişten dersler çıkardı, sonraki sanatçı-aydınlar için bu derslerin sonuçlarına göre hareket etti.

Peki, muhalif, solcular, entelektüeller ne yaptılar? Birçoğu bu mirası anlamadığı gibi, çoğu kendini meşrulaştırmak için bu mirasa ve deneyime ve olguya dair yalanlar söylediler ve sonra da gidip düzenden 'arpalık' aldılar. Bu mirası anlamadıkları gibi, mirasın parçalarını birleştirip bütünlüklü bir halde incelemek yerine, onu parçaladılar, her bir parçasına, başka türlü 'yanlış' değerlendirmelerle anlamsız kusurlar buldular.

Türkiye’deki etnik değerlendirmeler bunun sadece bir parçası. Ama sadece bir parçası.

Bakın bunun bir örneği, aşağı yukarı aynı tarihlerde Polonya’da yaşandı. Polonya’da Lodz Sinema Okulu dünyanın en iyi okullarından birisiydi. Ama Polonya Komünist Partisi, bu okulun mezunlarının bir direniş geleneği haline gelen eserlerini tehlikeli buldu. Sonuçta okulu kapatmak, yeterince olumsuz sonuç doğuracağından okulu içerden yıkmaya karar verdi. Yaptıkları ilk şey, okulun yıllanmış ve önemli öğretim görevlilerini Yahudi diye, okuldaki estetik mirası da bu etnik özellikten dolayı olduğunu ileri sürerek, ilk önce anti-Semitist değerlendirmeleri Leh Milliyetçiliği içinde yoğurup tasfiye hareketine girişti. Öğrenciler direndiler. Ama yükselen milliyetçilik dalgasında açıkça yenildiler. Bunlar 1968'de oluyor. Sonrasında ise, yeni yükselmek ve kadro almak isteyen yeteneksizleri en etkili yerlere getirdiler. Bunlar ise okuldaki öğrencilere “sanat yapmak istiyoruz” diye, 'eksperimentalist sinema'yı baş tacı ettiler. Onlara göre, film üzerinde çeşitli delikler açıp, sonra o deliklerden gelen ışıklar ile beyaz noktalardan çeşitli görüntüler elde ettiler, yaşam felsefesi olarak da Yoga ve benzeri Doğu kültürlerinden pratiklerle bu görüntüleri birleştirdiler. Zaten bütün siyasal olarak karanlık dönemlerde, kişi aklını kullanmak yerine, sisteme entegre olmak ya da zararsız böylesine bilinemezci ve beden üzerinde yoğunlaşan, irrasyonalist akımlara eğilim göstermesi olağandır. Sonuçta, tarihsel olarak Polonya’daki değişim doruk noktasına ulaştı. Savaş öncesinde Polonya’da Lehlerin topluma oranı yaklaşık yüzde 55 civarındaydı. Ama savaşta yaşanan kıyımdan sonra bu oran yüzde 95’e yükselmişti. Sonrasında diğerlerinin de tasfiyesine gelindiğinde, Polonya akıl tutulmasının ve vasatlığın egemenliğine girdi. Kieslowski bunları anlattığında, o zaman tasfiyeye fiili olarak karşı çıkmasına karşılık, sonradan edindiği net bilgiyi açıklar: Bir toplumun etnik olarak saf olması sanıldığı gibi o toplumu zenginleştirmiyor, tam aksine akıl tutulması ve ben merkezci biçimde yanlışa ve hatta narsistik bir budalalığa doğru sürüklüyor. Bu anlamda Türkiye sinemasındaki gibi, giderek çift yönlü etnik saflık ve etnik direniş söylemine sarılanlar, giderek daha fazla halkların kardeşliğine karşı, etnik egemenlik ve direniş söyleminin öne çıkması ve sınıfsal kardeşlik yerine, sınıf mücadelesi yerine giderek daha fazla 'kimlik siyaseti'nin egemen hale gelmesi de, yalnızca mücadeleyi değil, aynı zamanda estetiği de öldürdü. Geçmişin mirasına çamur atmanın bir yolu yordamı haline geldi, geçmişin zenginliği şimdiki hatalara dönüştü, geçmişin kahramanları ve direnenleri bir masal kahramanı içinde tek tipli hale getirildi. Buradan devamla tekil düşmanlık yadsıma ya da kahramanlaştırma aynı söylemin içinde aynı madalyonun parçası haline geldiler.

Bu mirasın bugünkü haline bakıldığında, saçma anlamsız pek çok şey ortaya çıkıyor: Ya bir kahraman, ya bir hain, ya bir Batı şişirmesi, ya da sanatı engellenen yiğit bir eşkıya söylemi... Bütün bunlar çok yüzlü madalyonun bir parçası. Bir mirası çarçur etmenin en emin yolu uygulanıyor. Bugünkü sinemacıların bu kadar iktidarla içli dışlı olması, çok açık ve net olarak iktidarın aldığı derslerin icraatla birleşen yüzü demek. Aynı şekilde, yenilerin halkın direnişini, yaşadıklarını ve hayattan beklediklerini anlatmaması nedeniyle, sahiplenenlerin üretimi de, nasıl sistemin onları üst-belirlediğinin bir göstergesi.

Türkiye’de bizzat kültür sanatın çoraklığının ve elbetteki bu eserlere karşı halkın teveccühünün olmamasının nasıl teslimiyete götürdüğünü çok iyi biliyoruz. Heyhat, daha işin başında yani 1963-66 arasında, halkın teveccühünü kazanmak için Yılmaz Güney’in inanılmaz bir zindelik içinde Çirkin Kral filmlerini yaptığı dönemlerde, kendisine bunların zararlı olduğunu dönemin yüzlerce kuş beyinlisi zaten söylemişti. Halkın teveccühüne sarılmayan insanlar, aynı zamanda kibir kumkuması tavırlarıyla, yarınki arpalıkları ile halkın ruhundan ve yaşamından zaten uzaklaşacaklardı. Şimdi bugün yaşadığımız durumun en net özeti bu: Bir dizi insan, aslında bu ülkede bir şey yapılamaz, bu halk adamı yalnız bırakır diye rasyonalize ederek, en kirli uzlaşmalarını meşrulaştırmak için boşuna mı çırpınıyorlar! Türkiye bugün net olarak kifayetsiz muhteris formatındaki Faust'ların aldıkları ödüller ile halka değil, iktidara karşı koşup giderek daha büyük arpalık dilekçeleri verip bekledikleri hale nasıl geldi sanıyorsunuz? Bunların "Hayır ben teslim olmadım" diye en iddiacıları bula bula 'içi kokmuş kimlik siyasetinin radikal sözcüsü' olma çabalarındaki gülünçlüğü bir kenara bırakarak diyorum: Türkiye’de bir direniş geleneğinin içini boşaltıp altını oyanlar, bugün en yüksek 'estetizm' gösterilerini başarı olarak arzulayanlar Faust'lardan başka nedirler ki?