Yılmaz’ı yılmayanlar savunabilir! (1.Bölüm)

Türkiye gerçekten ilginç bir ülke: tarihinde belirli önderler var, bunların maddi mirasları üzerinden tartışma çıkarken, aslında bu insanların halkla kurdukları ilişkiler büyük oranda manevi değer taşıyor.

Paradoks bu kadar net: Yılmaz Güney’in maddi olarak arkasında bıraktığı nedir? Filmleri: oyuncu, senarist, yönetmen… Bir bakıyorsunuz, ölümünün ardından başlamışlar filmlerini yok etmeye, bir bakıyorsunuz, ölümünün ardından manevi mirası olan devrimci kimliğine saldırmaya. Ama aslında bu ikisi de normal: çünkü düzen sinmeyen bir devrimciyi hedefe alıyor. Garip ama gerçek: normaldir bunlar. Bu yalnızca Türkiye’ye özgü değil ki! Dünyanın değişik ülkelerinde oldu, üstelik bu ülkeler sadece Üçüncü Dünya Ülkeleri ve Latin Amerika darbeleri değildi. Sadece şunu söyleyeyim, çarpıcı ve sade: Charlie Chaplin’in sinema kariyerine bakın, baskıları ve hayatındaki dramı göreceksiniz.

Peki, o zaman normal olmayan nedir? Normal olmayan ve en acısı Türkiye’de Yılmaz Güney’i savunuyorum diyenler arasında, net olarak onun devrimci kimliğini sahiplenmeyenler ve uğruna hapis yatıp ölümlere gidip geldiği Onurlu Halk Devrimcisi duruşunu kabul etmeyen “sanatçıların” baş köşeye oturması. Çünkü bunu yapanlar ne sanatlarıyla, ne de insanlıklarıyla, ne de halkla kurdukları ilişkileriyle asla ve net olarak Yılmaz Güney’in mirasının bir parçası değiller ve kurdukları ilişkiler ve yaptıkları eserler net olarak Yılmaz Güney’in mirasına bir saldırıdır. Bu kadar net ve açık. Bu yüzden Yılmaz Güney’in mirasına saldırı eğer düzen tarafından gelirse, o zaman mesele basit oluyor ve kolay çözülüyor, eğer Yılmaz Güney’i destekliyorum diyenler hem yaptıkları eserler hem de sözleri ile gizliden ve derinden o mirasa saldırıyorlar ise, işte bunun zararı çok daha büyüktür.

Türkiye’de düzenin kabul edemediği nettir: Yılmaz Güney’in sanatı değildi, hatta düzenin temsilcileri (ki aralarında İstanbul Sıkıyönetim Komutanı da var!) net olarak Yılmaz Güney’in gerçek bir sanatçı olduklarını biliyorlardı. Onların kabul edemediği iki unsurun bileşimiydi: gerçekten Marksist olmaya çalışan bir devrimci, diğeri de halkıyla bütünleşen Öncü bir İsyancı!

Bu iki niteliği Yılmaz Güney’i hedef tahtasına koydurdu: ama çeşitli sanat sevicileri ve “yüksek sanat yapan” insanlar açık bir biçimde iki saldırıyı birden gerçekleştirdiler, 1) yaptıkları filmler açık bir halka saldırı anlamını taşırken, 2) Sanatçı duruşları kimliksiz ve gayriahlaki iken… Bu insanların bu miras adına konuşanlar da aslında DEVRİMCİ VE MARKSİZME GÖNÜL BAĞIYLA BAĞLI HALK SANATÇISINI YOK SAYDILAR. Bu nedenle zaten bir devrimcinin sanatını ve mücadelesini yok saydınız mı? Orada bir şey kalmaz ki: Yılmaz Güney’in özelliği buydu, devrim mücadelesini şimdikilerin söylediği gibi silahla yapmazdı, Yılmaz Güney mücadelesini sanat eseriyle yapardı, en büyük silahı sanatıydı ve buna uygun yaşayışı ve halkına olan inancıydı!