Yine bir gün uçuyoruz!

Alper Turgut

Altın ve döviz harbi harbi depara kalkmış, tutmak mümkün değil, işsizlik deseniz adeta coşmuş, süratle çoğalıyor, benden buraya kadar diyen dükkanlar, ardı ardına kepenk indiriyor, iktidar partisinin Genel Başkanı da ciddi ciddi; “Türkiye adeta bir uçuşun içerisinde. Ne kadar yanlış anlatırlarsa anlatsınlar, biz Türkiye olarak bu kalkınmamızı, tırmanışımızı yüksek oranda devam ettiriyoruz, ettireceğiz” diyor. Evet, sağlık sistemi alarm çalıyor, ekonomi çöküyorum diye haykırıyor, bizler de travmamızı aşmak için ilk etap olan inkâr etmeyi seçiyoruz. Oh! Dert yok, tasa yok artık. Böylelikle resmen mutluluktan hafifledik, sevinçten ne yapacağımızı şaşırdık, ayaklarımız yere basmaz oldu. Uçuyoruz, kanatsız, uçuyoruz, desteksiz, uçuyoruz, çılgınlar gibi. Harbiden ha, ağam bizimle eğleniyor.

Seküler cenahtan veya muhafazakâr taraftan hiç fark etmiyor, virüs yalan dolan diyen de var, ben eğlenceme bakarım, kalabalıklarda yaşarım diyen de. Bunların işi gücü ya komplo teorisi ya da işte yansın geceler, zıplasın yedi cüceler. Genellikle itici ama samimi buluyorum bu tipleri, kendilerine ve topluma zarar verme eğilimleri de olmasa, iyi olurdu hani. Dedikleriyle yaptıkları sürekli çelişen, söyledikleri hep kafadan sallama ve kuşkusuz saçmalama üzerinden etiketlenen, başkalarını kolayca yeren, kendine övgüler serpen, benim tahammül edemediğim elemanlar bunlardır.


Sürekli duyar kasarlar, zevkle tribünlere oynarlar, ekseriyetle politik doğrucu olurlar, sıklıkla ötekileştirme adına hedef ararlar, basit olana, savunmasız kalana, güçsüz bulduklarına dalarlar, gücün yanında sıralanmak için adeta çırpınırlar. Markete akın ettiler, sizin yüzünüzden eve hapis olduk, pis cahiller, görgüsüz fakirler falan filan derler. Sonra zaman geçer, hafızamızı yitirmediğimizi bile bile, gözlerimizin önünde topluca adalara koşarlar, tatil olmadan yaşayamazlar, plajlarda görünmeden var olamazlar. Yahu arkadaş, senin derdin nedir diye soramıyorsunuz da karşınızdaki hop diye yeniyetmelere dönüşmüş bile, bir büyük alınganlık, devamında şüphesiz feveran ve elbette başaralı bir slalom.

Bu sene de tatil yapmasaydık, ölmezdik be, dünyanın son günü, bari tadını çıkartayım kafasıyla, sonbahardan başlayacak ve kışı da kapsayacak dev bir tecrit sürecinin içerisine gireceğiz. Görünen köy, kılavuz istemiyor. Kalabalıklaştıkça ve yakınlaştıkça, meret harekete geçiyor, daldan dala zıplar gibi eşe, dosta, aileye, sülaleye, köye, kasabaya, kente, bölgeye, ülkeye, kıtaya, dünyaya yayılıyor. Koronavirüs denen illet, yaklaşık 20 milyon insana bulaştı şimdiye dek, resmi rakamlara aldanmayın, bir milyonu aştı ölen insan sayısı diyor uzmanlar. İlk dalga sizi ürkütmedi, tamam. Peki, ikinci dalga gelirse ve 200 milyon insanı hasta ederse, bu kez salgını korkunç bulur musunuz?

Virüsten kurtulduğu halde, hâlâ ve ara ara öksüren, ciğerlerindeki tahribat bilinmeyen, tat ve koku kaybı süren, insana verdiği hasarın ölçüsü henüz tam olarak keşfedilemeyen eski hastalarla da mı hiç konuşmuyorsunuz, entübe edilmiş insanların yaşadıkları hiç mi kendinize çekidüzen vermenize sebep olmuyor, sağlık emekçilerinin büyük azmi ve kararlılığı daha ne kadar sürsün, yazık değil mi ya?

Ortadoğu’nun güzelim incisi imiş Beyrut, Akdeniz’in kıyısında, kültürlerin iç içe geçtiği, milletlerin, dinlerin ve mezheplerin kaynaştığı yer imiş, hele hele 1950 ile 1970 arasında, resmen bir cazibe merkeziymiş. İçsavaş denen illet, nice can almış ve zamanla harabeye çevirmiş Lübnan’ı ve onun başkenti Beyrut’u. Dört bin yılda yedi kez yıkılıp kurulmuş bu kadim kente, kusura bakmayın da uygarlık yakışır, aptallık değil. Dev patlama ve onun yarattığı büyük şok dalgası, enkaza çevirdi şehrin bir bölümünü, limanda depolanan 2750 ton amonyum nitrat, şiddetli ve güçlü bir bomba gibi infilak etmişti.
Sonra ne mi oldu? Elbette, kolay yol seçildi, işte İsrail saldırdı, ABD bombaladı, IŞİD havaya uçurdu gibi komplo teorileri birbirleriyle kıyasıya yarıştı. Ekonomik krizin kucağındaki ülkenin, en önemli ticaret noktası olan limanını, altı sene boyunca bomba depolama merkezine dönüştüren iradeye, hiç kimse siz aklınızı mı yitirdiniz, kafayı mı yediniz diye sormamıştı. 15 milyar dolar gibi inanılmaz boyuttaki bir zararın yanında, bu derme çatma depoda zulalanan bomba malzemesinin hemen dibinde, Lübnan’ın en önemli silosunun olması, aptallığın boyutunu da büyütüyordu, haliyle. Stok deposu uçtu havaya, ülkenin tahılı bir anda yok oldu.

Açlıkla sınanmamak adına, dış yardıma muhtaç hale gelmek, biz burayı yönetemiyoruz, gelin zengin devletler, bizi idare edin demek değilse, harbiden nedir? Zaten şak diye olay yerinde belirdi, Lübnan değişmeli diyerek lafı bile gevelemedi Fransa’nın reisi. Şimdi dış güçlerin, gizli servislerin, başkaca ülkelerin bu patlamada dahli var mı diye araştırma yapılacakmış, vah vah, yandı gülüm keten helva. Sen ortaya her türlü yanıcı maddeyi boca et, yanına da tüm yiyeceğimizi koy, ardından çıkıp dış mihrak mı acaba de, olanlar olmuş be!


Kendi memleketimize dönelim, kayırmacılık ayyuka çıkmış, yandaşlık, yancılık doğallıkla karşılanır olmuş, işi bilmeyenler iş yönetmiş, hakkı olmayanlar afiyetle hak yemiş, yoksulluk daha artmış, zenginlerin arasına pandemi ortamına rağmen yeni varsıllar katılmış, iktidar sesini çıkartanı dövmüş, itiraz edeni sürmüş. Peki, muhalefet ne yapmış? Çok güzel susmuş, suskunluğunu zarafetle korumuş, nefis bir şekilde sessiz kalmasını bilmiş, dilini enfes yutmuş, yeteneğini konuşturmuş, durduğu yerde mükemmel durmuş, hareket etmemeyi, marifet bilmiş. İktidar istemiyorsan, her şeyi seyirci gibi izliyorsan, muhalefet etmiyorsan, ne demeye partiler kurdunuz ki, şaka mı bu yaşananlar, oyun mu sizce tüm bunlar? Şimdi biri, Meral Akşener bize gel artık türküsünü söylüyor, diğeri de Muharrem İnce, eski siyasetçisin senin hakkındır parti kurmak diyor. Gerçekten salt izleyici olsan, film gibi memleket aslında. Üstelik sürükleyici de. Alkış!