Yine bir kez daha Behçet Aysan

AHMET TELLİ

Düşlemek, düş kurmak insana dairdir, bu düşsel serüven sürüyor

Bazı zamanlar vardır ki, söz dönüp dolaşıp aynı noktaya düğümlenir. Diyelim ki 1993 Temmuz'undan sonraki günlerde, haftalarda, aylar ve yıllarda her buluşma, her sohbet, kitap, defter, kalem Madımak’tan söz eder. Orada yitirilen iyi insanları anmak üzeredir her şey. Anmak ve bize ödünç bıraktıkları hayata onlar gibi müdahil olma gerekliliğini. Bu bir vicdan işaretidir.

Bazı zamanlar vardır ki, içinden geçilen sürecin dehlizlerinde birbirimizi unutmadan ve yitirmeden, yanıbaşımızda olmasını istediğimiz kişileri düşünür, onların ne yaptıklarını ya da ne yapabileceklerini düşünürüz. Şimdi böylesi bir zaman diliminde, yani içinden geçtiğimiz günlerde Bazı sözlerimi yinelemek de olsa, Behçet Aysan’ı yeniden, bir kez daha düşlemek istiyorum. Ne yapardı, nasıl davranırdı Behçet, bunu anlatmak isterim. Hani bazen bir olay, bir durum karşısında sevdiğimiz birini anımsayıp “O olsa şöyle yapardı” deriz ya, ben de, Behçet olsa şöyle yapardı diye düşünüyorum. Aslında ne yapardı değil, mutlaka yapardı diye düşlüyorum.

Diyelim ki, Özgür Gündem gazetesi ile dayanışma için nöbetçi Genel Yayın Yönetmeni oldukları için hapse atılan üç aydının ardından, gidip Özgür Gündem’e Genel Yayın Müdürü olmakta zerre kadar tereddüt göstermezdi Behçet.

Diyelim ki Gezi Direnişi sürecinde aramızdaki Behçet’i düşünün.

“Hey Behçet Aysan
yıldızları say
yoksa bir yıldız da
sen ekle”

der de, hiç durur mu, ilk otobüsle İstanbul’a giderdi o. Gezi Parkı’nın ısrarlı ve kararlı kitlesinin mücadelesi bir yaşama sevincine dönecektir onda. “Bu daha başlangıçtı” elbette. Direniş isyana, isyan devrime bir gözkırpmaydı. Duvar yazılarındaki ironiyi, mizahı, zekâyı gördükçe yüzündeki muzip gülümseme geceyi ışıtan ayışığına benzeyecekti. O karakaşlı çocuğu görecekti, Berkin Elvan’ı. Tirana karşı gelmenin erincini Berkin Elvan deyip yeni bir şiirin ilk mısraını düşünecekti. Belki şöyle:

onu vurdular, gözümle gördüm onu
ak bir zambağa binmiş
gidiyordu
zambak dur, sana da bulaştı kan

Gezi Parkı direnişi bu ülkenin son yıllardaki onuru ise Behçet mutlaka bu onurdan payını alacaktı.

Gezi Parkı’nda kolektif bir hayatın mümkünlüğünü görüp bir kez daha umutlanacaktı.

Duydu ki, direniş Ankara’da da uç vermiş, “mücadeleye devam” sesleri Kuğulu Park’ı, Kennedy Caddesi’ni, Kızılay’ı sarmıştır. Behçet yine buralardadır. Gözünü kırpmaksızın kitlenin ön saflarındadır. Her gece polis gazına uğrayanlara talcisitli sular ve limon dağıtacaktı. Ben biliyorum ve eminim ki Ethem Sarısülük vurulurken onun bir adım ötesindedir Behçet.

Diyelim ki, gençler Suruç’a gidiyorlardı. Barış, demokrasi umuduyla gönlü kırık yetim, öksüz Kobani çocuklarına oyuncak götürüyorlardır. Behçet’in bu kâfileye katılması ihtimal değil, kesindir. Ferdane ile Nartan anne oğuldur. Behçet onlarla tanışıp Girit ve Çerkes halklarının trajedisini konuşmuş olabilirler yolda.

Suruç’ta köle ruhlu canilerin intihar bombacısını nasıl fark edemedi, anlamadım. Sezgileri güçlüydü çünkü. Olan olmuştu ve Behçet bir kez daha katledilmişti.

Diyelim ki 10 Ekim 2015, Ankara. Ülkenin dörtbir yanından barış ve demokrasi çağrısıyla toplanan on binler Gar önünde, hekimlerin arasındadır Behçet. Gençler halay çekmektedir, gökyüzü pırıl pırıldır. Polislerin geriye çekildiği ânı fark eder Behçet ama, geç kalmıştır. Çağın vahşileri bir kez daha Maraş, Çorum, Madımak, Suruç’tan sonra cehalet ve cinnetle kana bulamışlardır hayatı. 93 Temmuzunda Sivas’ı cehenneme çeviren güruh, demek ki bugün, IŞİD’çi olarak dünyaya meydan okumaktadır. Madımak katliamını savsaklayan, zamanaşımı diyen yargı ise, bir hâfıza silici olarak hâfızalarımıza kazınmıştır.

Nietzche, “inanç doğruyu bilmeme isteğidir” diyordu ya, tam da öyle. Bunların inanç dediği buydu işte, doğruyu bilmemek inadı. Behçet’in kaçıncı ölümüdür bu:

hoşça kal
yakut, bezirgan, gön
gidiyorum
hoşça kal eski zaman aktarları
bu şehre bu yağmuru
bu düşleri
bu aşkı bu kavgayı bu kederi
size bırakarak

Behçet’in kâtilleri şimdi ellerine kandan kına yakmaktadırlar.

Düşlemek, düş kurmak insana dairdir, bu düşsel serüven sürüyor. Derler ki, sevgili Tahir Elçi’nin mezarına karanfil bırakanlar arasında Behçet de vardır.

Karanfil mi dedim, Behçet fısıldamıştı bunu bize:
yollar uzak ay bedir
sırtımda gümüş hançer
yürürüm de ölemem
kan damlatır karanfil
usulca mavi bir kar
kara geceye düşer
tutuşur fundalıklar
gelir kalbimi yakar
gün olur belki öper
ayışığı acıyı
o yaralı cerenler
yanık sulara iner
yollar uzak ay bedir
sırtımda gümüş hançer
yürürüm de ölemem
kan damlatır karanfil

Kendisinin de gecenin bir vaktinde bize okuduğu bir şiiridir bu. Bir zamanlar Ankara’da yaşayan şairlerin ezberindeydi. Daha önce bir yazımda Behçet’in şiiriyle ilgili düşüncelerimi yazmıştım, bir bölümünü özetlersem, şöyle diyebilirim:

Behçet’in şiirindeki görüş mesafesi, dilin verili çevrimiyle ölçülemez. Bu, onun dille düellosunu görmezden gelmek değil. Geleneksel ve modern vezinlerden yola çıkarak oluşturduğu kendine özgü biçim, bu biçime ağdırdığı imgeler, dilin eklem yerlerini, kandolaşımını elektro-şoka sokar. Özgün bir kopuş denemesi, birbaşına kopma cesareti.

Behçet’in şiiri, balkıyan yakamozlarla Girit şarkılarına ulaşır. Girit şarkılarının ezgisini, ege’nin hışırdayan, kıvrımlanan ritmiyle buluşturup Anadolu kıyılarında Zebekikoya dönüştürür. “Kırık ikonaları, kırık testileri, kırık ayçaları ve kırık acıları” kırık dizelerle toplar ve şöyle der: “mıstıke mu erota ah erota!” Benim gizli aşkım, ah aşkımla Kazancakis’in o kahır yüklü yargısına kulak vermemizi ister gibidir:

“Giritli doğmak ağır bir şeydir!” diyordu Kazancakis.

Ve Türkiyeli olmak Behçet Aysan, Türkiyeli olmak da ağır bir şeydir şimdi!...

*01.07.2016 günü Behçet Aysan’ı anma toplantısındaki konuşma metni.