Hasretle geleceğim günleri beklediğim ve bir gün mutlaka memleketime dönmeyecek şekilde yanında kalacağım hayatımın Ada’sı...

Hasretle geleceğim günleri beklediğim ve bir gün mutlaka memleketime dönmeyecek şekilde yanında kalacağım hayatımın Ada’sı,
Ne zaman Vivaldi’nin ‘The Four Seasons-Summer’ını dinlesem sen geliyorsun aklıma. Ben diyeyim 95, sen de 96 yılının yakıcı bir Temmuz’unda, tıfıl bir delikanlıyken damlamıştım ilk kez yanına. Sonra uzun bir süre görüşemedik. 2000’li yılların başından itibaren ise her yıl, sana gizli kaçışlarımla dolu. O gün bugün bitmedi sevdamız. Evet, ‘Tenedos’ sana olan özlemim günden güne artıyor.
Hangi birini anlatayım ki? Lakabı ‘Macit’ olan yoldaşım Vosvos’uma 4 arkadaş atlayıp da katettiğimiz yollar sonrası bize kucak açışını mı? Aşklar yeşerirken, yaz biterken, yol arkadaşlarımın aklına henüz ‘evlilik’ düşüncesi yerleşmemişken aynı göğün altından süzülüp sana geldik. Nazire Teyze’de yedik ilk kez domates reçelini afiyetle.
Arif Damar’ın Bozcaada’da bir süre yattığını ise daha yeni öğrendim. Sonra Ada’dan ev aldığını, Ada’yı çok sevdiğini falan… Ne çok isterdim Ayazma’da koluna taktığı sepeti ile deniz kabukları toplarken onu görmeyi. Artık Ayazma’da yazın adım atacak yer kalmadığını bilmiyor muhtemelen Arif Damar ve biz onun gördüğü sakin sahili görememiştik ne yazık ki. Kısacası Ayazma onun için ıssızlık demekti!
“Orda
Ah ıssız Ayazma’da
Martılar iner
Kargalar savrulurken”
Daha iki yıl önce, seçimlerden hemen sonra Eser’le bir Ada seferimizi hatırlıyorum. Sebahat Tuncel konvoyundan çıkar çıkmaz yollara atıverip kendimizi, uykumuzu dağıtalım diye ‘El pueblo unido jamás será vencido!” diye bağıra bağıra yolculuğu bitirip de Geyikli İskelesi’ne varmıştık. Sonra çiçek kokusu mu, üzüm tadı mı, şarap mı, mehtap mı, hepsi alabildiğine sendeydi, bizleydi. Polente Feneri’nin altında, rüzgâr güllerinin hemen önünde kurduğumuz mükellef masa fazlasıyla mesut etmeye yetiyordu bizi. Şarap, kuru sucuk ve Ezine peyniri, batma da göreyim seni güneş!
Bir cuma doluşup araçlara Şarap Tadımı’na geldik İstanbul’dan. “Deli” dediler, “sadece hafta sonu için gidilir mi” dediler, “daha yakında birçok yer var” dediler. Aldırmadık. Çamlıbağ’ın önüne gidip Haşim Amca’nın güleryüzü eşliğinde zaten bildiğimiz şaraplardan yine tattık. Sulubahçe’ye giderken karşılaştığımız traktörlerin tepelerindeki Kuntralar, Vasilakiler şişelenecekleri günü bekliyorlardı. Bizlerse masamıza geleceği günü…
Yıllar yılı ‘Yakar Kaptan’ azimle Bozcaada’ya taşırmış insanları Geyikli’den balıkçı teknesiyle. Şimdi koca koca feribotlarla yarım saate varmadan Ada’ya varıyor insan. Daha nefes bile almadan, Ada’nın kokusuna alışamadan ‘Hakan Gürüney’in müzesinde buluyor kendini. Tarihi taş binada birçok materyal, görsel malzemeler ve muhtelif efemera burada sergileniyor. Tam adımını dışarı atar atmaz Kale’ye tırmanıyor. Yüzyılların tarihi dokusunu restore edilmiş haliyle dolaşmak, Ada’ya birden buradan bakmak insanın nefesini kesiyor. Or’dan soluk soluğa aşağıya inince insan, Ada Cafe’ye uğrayıp gelincik soslu muhallebiden yemeden de edemiyor. Bi’ güç toplayıp Göztepe’ye atıveriyor kendini. Bir de dürbün olursa tüm Ada ayaklarınızın altında!
Koylar, sahiller, şaraplar… Ayazma, Akvaryum, Habbele, Sulubahçe, Tuzburnu… Polente Feneri, Göztepe, rüzgâr gülleri, daracık hanımeli kokan sokaklar… Bir de dolunay, ha bir de yıldızlar çok güzeldir Ada’da. Ada çeker insanı. Geliyorum, az kaldı, bu mektup sana ulaşır ulaşmaz oradayım, bilesin. Bıraktığımız yerde yıldızlar duruyor mu söyle? Ta yıllar önce Damar’ın bıraktığı yıldızları…
“Birlikte bırakmıştık orda
Ah orda
Yıldızları çılgın Bozcaada
Tenedos'ta”