Yine Recep, yine Tayyip? Niye Erdoğan niye Başbakan?

Nedir bu “başımıza” gelen/getirilen ve sebebi niyedir?

Recep, Tayyip ve Erdoğan bir rastlantı mıdır? Rastlantıların kaçınılmazlığı mıdır?

Öyle bir rastlantı ya da kaçınılmazlık ki, ne diyorlarsa tesadüfen ya da kaçınılmaz şekilde tersi oluyor! Suriye’yi kınıyorlar bin beterini kendi yurttaşlarına, Kürtlere reva görüyorlar… Kürt milletvekilleri dahi terörlerinden nasiplerini alıyor, Diyarbakır’da olduğu gibi…

Son olarak, ekonomik büyümenin yüzde 20’sinin “yalancı ihracat”tan kaynaklandığını öğrendik. Cumhuriyet’te Mustafa Sönmez yazdı: İhracat kayıtlarında daha ilk ay içinde 3 milyar doları aşan bir fark oluşmuş. Bunun yılın tamamında 7-8 milyar doları bulması mümkünmüş. Meğer İran, Türkiye’nin aldığı doğalgaz ve ham petrolün karşılığının döviz ile değil, altın ile ödenmesini istiyormuş. Bu borç ödemesi, “ihracat” olmadığı halde, devletin kayıtlarına “ihracat” olarak giriyormuş.

Cambazlık bununla bitmiyor. KPSS’de yinelenen rezalet, Aleviler’e dayatılan fetvalar bir yana geçen hafta BirGün’de Ümit Alan “işten atılana tazminat yok” haberi üzerinde durdu. Bu düzenlemeyle patronların işçileri işten çıkarması gayet kolaylaşıyor, kıdem tazminatını almak için 5 yıl iş bulamama şartı getiriliyor, evlenen kadına ve askere giden erkeğe kıdem tazminatı ödemesi kaldırılıyordu. Oysa AKP’nin besleme basını bu insafsız sömürüyü “ev almak isteyenlere hak ettiği kıdem tazminatının yarısını önceden ödeme avantajı” diye manşete taşımıştı! Yine BirGün’de Osman Öztürk, Genel Sağlık Sigortasıyla (GSS) yediğimiz kazığı bir kez daha gözler önüne serdi: GSS’nin Cumhuriyet tarihinin en büyük sosyal devrimi olduğu, artık her çocuğun sigortalı doğacağı, bütün yurttaşların sağlık sigortasının olacağı, sigortalılara ek hiçbir külfet gelmeyeceği vaat edilmişti ya… Ama “aslında hepsinin palavra olduğunu kısa sürede göreceğiz” demişti bu ülkenin vicdan sahibi solcuları… Osman Öztürk de, “Fakirin fukaranın garibin gurebanın GSS primi ödemesi yetmezmiş… Çoluğundan çocuğundan, boğazından sofrasından kısıp bir de TSS (Tamamlayıcı Sağlık Sigortası) primi ödemesi gerekiyormuş” dedikten sonra soruyor: “En önemlisi neymiş? SGK’nın finanse ettiği hizmetler yüksek standartta değilmiş. Yani neymiş? Alçakmış… Alçak!”

İşte bu gerçekleri dile getirince ne oluyorsun? Terörist! Yani M. Sönmez, Ü. Alan, O. Öztürk de artık birer “terörist”! Çünkü hâkim sınıflar her muhalifi derhal terörist diye yaftalamayı pek sevmişken ve dünyada terör suçundan hüküm giyenlerin toplamı 35 bin kişiyken, bunların tam 12 bini de Türkiye’deyse, neden olmasınlar?

Peki ama bir yanda “böyle teröristler” ve öte yanda AKP-RT Erdoğan “mucizesi” mi var? Hayır. Türkiye’de sağ partilerin yüzde 50 üstünde oy olarak iktidar olmaları marifet değil. Geçmişte DP, AP gibi örnekleri de oldu. Sağ blokta (sermaye ve mülk sahibi sınıflar arasında) ciddi çatlamalar olmadığı dönemlerde bu oy oranı adeta Türkiye’nin kaderi. Ancak bu kadere boyun eğmemek de bizim kaderimiz!

Öyleyse baştaki soruyu bir ilaveyle tekrarlayayım: Recep, Tayyip ve Erdoğan bir kader midir? Rastlantıların kaçınılmazlığı mıdır?

F. Engels’in Napolyon hakkında söyledikleri ışığında bu tür “tarihsel ya da mucizevî” denilen şahsiyetlerin rolünü çözümleyebiliriz: “Böyle bir kişinin (Napolyon) ve özellikle bu kişinin, belli bir dönemde ve belli bir ülkede ortaya çıkmış olması, doğallıkla, salt bir rastlantı işidir. Bununla birlikte, Napolyon olmasaydı, onun yerini başka biri doldururdu… Ortaya çıkarılan olgu, iktisattan ne denli soyutlanırsa ve bu olgu ne denli ideolojik niteliğe bürünürse, bir gelişmede o denli rastlantı buluruz… Ancak eğrinin ana ekseni çizilecek olursa, bu eksenin, iktisadi gelişme eksenine koşut bir yönde olduğu görülür.” Engels’in bu sözleri elbette K. Marx’ın “İnsanlar tarihlerini kendilerini koşullandıran bir ortam içinde yaparlar” tespitiyle çok daha anlamlı hale geliyor.

Yani mevcut “iktisadi gelişme ekseninde”, küreselleşme çağının neo-liberal düzeninde “ideolojik niteliğe bürünmüş” bir Recep Tayyip olmasaydı, başka bir Tayyip Recep doldururdu onun yerini. Boş bırakmazlardı. Bu “hikâyeyi” artık ezbere biliyoruz.

AKP, evet, memleketi “hazır ol” toplumundan “secde” toplumuna dönüştürdü. Geçmişte “hazır ol” durumundayken “rahat” yoktu. Şimdi “rükû ve secde”den sonra “kıyam” (ayağa kalkma, ayaklanma) imkânı da yok mu? Var elbette…
Ama bize kader diye dayatılan mevcut durumda dinsel ritüellerle değil de sadece praksis, yani “bilinçli eylem” sayesinde böyle bir kıyam imkânı yaratabiliriz.

Ve bizler buna “devrim” diyoruz, ey ahali!